Dubai Emiri: Kaddafi bir değişiklik istemedi, Esed ise reformcuydu ama şimdi ülkesinin kanda boğulmasını izliyor

Dubai Emiri Muhammed bin Raşid hayatını ve Dubai’yi anlattığı ‘Hikayem’ kitabında Kaddafi ve Esed’in ülkesine verdikleri değerin içi yüzün anlattı.

BAE Başbakanı ve Devlet Başkanı Yardımcısı Dubai Emiri Şeyh Muhammed bin Raşid Al Mektum’un “Hikayem: 50 yılda 50 öykü” adını taşıyan yeni kitabı piyasaya çıktı. Dubai Emiri Şeyh Muhammed bin Raşid bu kitabında 50 yıllık yaşamına, işine, sorumluluklarına, anılarına, deneyimlerine ve hatıralarına değiniyor.

SADDAM’A DUBAİ’YE TAŞININ TEKLİFİ

Şarkul Avsat’ın piyasaya çıkmadan önce bazı bölümlerini yayınladığı kitabında Muhammed bin Raşid; eski Irak cumhurbaşkanı Saddam Hüseyin ile gerçekleştirdiği bilinmeyen temaslara da değiniyor. 2003 yılındaki ABD işgalinden önce Saddam Hüseyin ile gerçekleştirdiği bu temaslar sırasında Saddam’a yönetimden çekilmesi halinde “İkinci şehriniz olan Dubai’ye taşının” teklifinde bulunduğunu ancak Saddam’ın, “Ben kendimi değil Irak’ı kurtarmak istiyorum” diyerek bunu reddettiği bilgisine yer veriyor.

1990 yılında Kuveyt’in Irak tarafından işgal edilmesinin yansımaları ile ilgili olarak: “ Bütün bölgeyi değiştiren bir dönüm noktasıydı” yorumunda bulunuyor.

Libya’nın eski lideri Muammer Kaddafi’nin Trablus’u ikinci bir Dubai’ye dönüştürme konusunda kendisinden yardım istediğini belirterek: “Kaddafi değişiklik istemedi, değişimi diledi” ifadesini kullanıyor.

“ESED ÜLKESİNİN KAN VE YIKIMDA BOĞULMASINI İZLİYOR”

Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed ile iktidara gelmesi öncesindeki ve sonrasındaki ilişkisini de anlatan Muhammed bin Raşid, Suriye’de krizin başlamasından sonra: “ Esed’in ülkesinin kan ve yıkımda boğulmasını izlerken farklı bir dünyada yaşamaya başladığını” belirtiyor.

Kitabında Beyrut anılarına da yer veren Şeyh Muhammed bin Raşid Beyrut’tan şu tutkulu sözlerle bahsediyor: “Küçüklüğümde beni kendisine hayran bıraktı, gençliğimde ise büyüledi. Ama büyüdüğümde kaderine çok üzülmüştüm.”

Dubai Emiri kitabında ayrıca Lübnan’ın ‘farklı oyuncuların farklı hesaplarını görmek için kullandıkları bir alan olduğu’ değerlendirmesini yapıyor. BAE’de bugün piyasaya çıkan kitabın bölümlerinden yaptığımız diğer alıntılar ise şöyle:

“BEYRUT’A HAYRAN KALMIŞTIM”

Beyrut’la ilk kez tanıştığımda küçük yaşlardaydım. O zamana kadar Dubai çöllerinden, çamurdan yapılma evlerinden, topraklı yollarından ve hurma dallarından inşa edilmiş pazarlarından başka bir yer görmemiştim. Beyrut’a yaptığım bu ilk ziyaretimde kardeşlerim ile birlikteydim. Çünkü hep birlikte Londra’ya gidecektik ve bunun için Beyrut’tan geçmemiz gerekiyordu. Beyrut, o küçücük yaşımda bile beni kendisine hayran bırakmıştı. Gençliğimde beni büyüleyen Beyrut daha sonra kaderiyle beni üzmüştü.

Altmışlı yıllarda; temiz caddeleri, güzel sokakları ve modern pazarlarıyla Beyrut benim ilham kaynağım olmuştu. Beyrut’u gördüğüm anda bir gün Dubai’yi Beyrut’a dönüştürmek fikri benim en büyük hayalim oldu.

Ama ne yazık ki çok geçmeden Lübnan’ın etnik ve mezhepsel temellere göre bölüşümü ve paylaşımı tamamlandı. Bu gerçekleştikten sonra Lübnan hiçbir zaman eskisi gibi olamadı ve aynı şekilde eski Beyrut’tan da eser kalmadı.

BEYRUT’TA İÇ SAVAŞ ANILARI

Hayatım boyunca Beyrut’u birçok kez ziyaret ettim. Beyrut’la aramda bir sevgi bağı ve güzel bir ilişki vardır. Fakat BAE Savunma Bakanı olarak görev yaptığım sırada Beyrut’la ilgili sahip olduğum iki anım hayatımda bilhassa büyük bir öneme ve yere sahiptir.

Birinci anım; 13 Nisan 1975’te başlayan ve 15 yıl süren, 150 bin kişinin hayatını kaybetmesine, 300 binden fazla kişinin yaralanmasına ve 25 milyar doları aşan ekonomik kayıplara neden olan iç savaş dönemine aittir.

Savaşın başlamasının üzerinden sadece birkaç ay geçmişti. Ama bu kısa sürede çatışmaların kapsamı genişleyerek bütün Beyrut’a yayılmıştı. Sivil hedefler sürekli bir şekilde bombalanıyordu. Farklı etnik ve mezhepsel grupların her biri şehrin bir bölümünü kontrol ediyordu. Bu durum, sonun başlangıcını temsil ediyordu.

BAE Devlet Başkanı Zayid’in Lübnanlı tarafların müzakere masasına oturmaları için harcadığı yoğun çabalar sürekli başarısız oluyordu. Bu süreçte Dubai Emiri olan babamla birlikte ben de kendisine yardımcı olmaya çalışıyordum. Ancak ardı ardına yaşadığımız başarısızlıklar bizleri ümitsizliğe sevk ediyordu.  Tam ümitsizliğe teslim olacağımız sırada Arap ülkeleri, bu güzel ülkenin yıkımını engellemek için kapsamlı bir müdahalede bulunma kararı alarak harekete geçtiler.

1976 yılının haziran ayında Suriye ordusunun müdahalesi ile Lübnan iç savaşı köklü bir dönüşüme tanıklık etti. Bu süreçte; Lübnan ulusal hareketleri Suriye ordusuna büyük kayıplar verdirdi.

Lübnan’ın tamamında ateşkesi sağlamak ve çatışmaları durdurmak için Riyad’da düzenlenen Arap Zirvesi ile 1976 yılının ekim ayında bu kez Kahire’de gerçekleştirilen ikinci Arap Zirvesi’ni heyecana kapılmadan sakin bir şekilde takip ettim. İki zirvede de alınan ortak kararlara ve güvencelere rağmen bunların geçici çözümlerin ötesine geçemediğini fark etmiştim. Sorunun köklerini oluşturan nedenlerin hala yüzeyin altında her an patlamaya hazır bir şekilde beklediğini biliyordum.

Riyad ve Kahire zirveleri kararlarına binaen görevi ateşkesi sağlamak, çatışmaları durdurmak ve ülkede barışı sağlamak olan bir ‘Caydırcı Arap Gücü’ oluşturuldu. BAE güçlerinin bu ortak güce katılması ile BAE Savunma Bakanı olarak ben de sürece dahil olmuş oldum.

O günler benim için çok zordu. Beyrut’ta görev yapacak askerlerimizi hazırlamak, azimlerini arttırmak ve onları gayrete getirmek için elimden gelen her şeyi yaptım. Onlara Beyrut’a savaşmaya değil barışı sağlamak, belirli etnik grupların çıkarlarına hizmet etmeye değil, dost ve kardeş bir halkı kurtarmak için gittiğimizi anlattım.

1976 yılının sonunda 30 bin kişiden oluşan bir ‘Caydırıcı Arap Gücü’ oluşturabildik. Bu ortak güce dahil olmam bana resmi farklı açılardan görebilme fırsatı verdi.

Hiçbir söz savaşın korkunçluğunu ifade edemez. Savaşlardaki kişisel deneyimlere dayanarak tek söyleyebileceğim, savaşın hiçbir zaman çözüm olmadığıdır.

ARİEL ŞARON, SABRA VE ŞETİLLA KATLİAMI

Sevgili Beyrut ile ikinci anım ise ne yazık ki çok daha tarajik bir olayla bağlantılıdır. Bu anım; toprakları Filistin Kurtuluş Örgütü, Suriye ve İsrail arasında bir savaş alanına dönüşen Lübnan’ın İsrail tarafından işgal edildiği 1982 yılına uzanmaktadır. O yılın haziran ayında dönemin İsrail Savunma Bakanı olan Ariel Şaron’un komuta ettiği İsrail ordularının Lübnan’ı işgal etmesi beklenen bir adımdı. Ama uzun süre devam eden bu işgalin arkasında bu kadar büyük bir vahşet ve katliam bırakacağı tahmin edilmiyordu.

2 aydan uzun süren direniş ve çatışmalardan sonra nihayet taraflar arasında ateşkes sağlanabilmişti. Uluslararası güçlerin koruması altında FKÖ Beyrut’tan çekilerek Tunus’a yöneldi. Filistinli liderlere kamplardaki sivillerin güvenliğinin korunacağı konusunda garanti verildi. FKÖ savaşçıları yaklaşık 2 hafta içinde deniz yoluyla Beyrut’tan tahliye edildiler. Fransız güçlerinin limana kadar kendisine eşlik ettiği merhum Filistin lideri Yaser Arafat ise en son ayrılanlar arasındaydı. 9 Eylül 1982 tarihinde ise tüm uluslararası güçler Beyrut’tan çekildi. Uluslararası güçlerin çekilmesinin hemen ertesinde İsrail işgal ordusu komutanı Şaron, Beyrut’taki Filistinli mülteci kampları içerisinde hala ‘200 teröristin’ bulunduğuna yönelik bir açıklama yaptı. Filistinli savaşçıların Beyrut’tan çekilmesinden bir gün sonra yani 15 Eylül 1982’de İsrail ordusu Beyrut’tun batı bölümünü işgal etti. Lübnanlı ile Filistinli sivillerin yaşadığı Sabra ve Şetilla kamplarını ablukaya aldı.

16 -18 Eylül 1982’de gerçekleşen Sabra ve Şetilla katliamı tam 40 saat süren korkunç bir katliamdı. İsrail ordusunun koruması altında Lübnanlı Ketaib Partisi’ne bağlı milislerin gerçekleştirdiği bu katliamda; çoğunluğu çocuk, kadın ve yaşlı kimselerden oluşan çok sayıda silahsız sivil hayatını kaybetti. İşkencelere maruz kaldı ya da tecavüze uğradı.

Hayatım boyunca bir insanın bir insanı nasıl öldürebildiğini, dünyamızda bunların nasıl yaşanabildiğini hiçbir zaman anlamadım. Bölgedeki tüm taraflar ile temas halindeydim ve bu katliama hazırlık yapıldığını biliyordum. Ancak haberlerde başta kadınlar ve çocuklar olmak üzere kurbanların fotoğrafları yayınlandığında çabalarımızın hiçbir sonuç vermediğini anladım.

Bu katliamın ardından Başkomutanımız Zayid bin El-Nehyan’ın direktifleri ile bizzat BAE girişiminin başına getirildim. Körfez bölgesinin daha önce şahit olmadığı kadar büyük bir operasyon kapsamında BAE ordusuna ait ‘S130’ uçakları tonlarca insani yardım malzemeleri ile doldurularak Lübnan’a gönderildi.

O gün, bende büyük yaralar açan o görüntüler hala hafızamdaki yerlerini canlı bir şekilde korumaktadır.

Lübnan ne yazık ki halen birçok oyuncunun oynattığı bir piyon olmayı sürdürmektedir. Lübnanlı gençler, bölgesel ihtilafların bedelini ödemeye devam etmektedir. Lübnan, hala hiç bitmeyen ihtilafların çözümü ve tasfiye edilmesi için kullanılan bir saha konumundadır.

“KUVEYT’İN İŞGALİ HABERİNİ ALINCA ŞOK OLDUM”

2 Ağustos 1990 tarihinde gerçekleşen Kuveyt işgalinin haberini aldığımda şok olmuştum. Bana haberi veren memura tam 3 kez bunun doğru olup olmadığını sorduğumu hatırlıyorum. Bu haberi büyük kardeşim Mektum’a da ilettikten sonra tüm güvenlik ve askeri güçlerimizi alarma geçirdim. Ardından Devlet Başkanımız Şeyh Zayid ile görüştüm. Şeyh Zayid bir yandan Saddam’ın bunu nasıl yapabildiğini sorgulayarak üzüntüsünü, diğer yandan acaba bir sonraki adımının ne olacağını sorgulayarak öfkesini dile getiriyordu.

Doğrusu Saddam’ın komşu, kardeş ve bağımsız bir ülkeyi, tarih boyunca hep kendisini destekleyen Kuveyt’i işgal edeceğini hiçbirimiz tahmin etmiyorduk. Bu nedenle Saddam’ın Kuveyt’i işgal etmesi herkesi şaşkınlığa uğratmıştı. Saddam’ın bu adımı bütün bölgeyi değiştiren bir dönüm noktasıydı.

Bu süreçte Kuveytli kardeşlerimizden binlercesini ülkemizde ağırladık. Onlara kalabilecekleri yerler tahsis ettik. Yine birçok vatandaşımız kardeşlerini ağırlamak için evlerini açtılar.

ÇÖL FIRTINASI HAREKATI

Kuveyt’i kurtarmak için 16 Ocak 1991 tarihinde ABD liderliğindeki uluslararası koalisyonun başlattığı Çöl Fırtınası Harekatı ile bu kez limanlarımız müttefik güçlerin gemilerine ev sahipliği yaptı. Bu amaçla askeri havalimanları inşa ettik. Ordular için özel limanlar ve depolar tahsis ettik. Bölgenin en büyük ve donanımlı limanı olduğu için de Cebel Ali limanımız; en çok koalisyon gemisinin demirlediği liman oldu.

Askeri güçlerimiz de Kuveyt’in kurtarılması operasyonunda koalisyon güçlerine aktif katkıda bulunmaktan kaçınmadı. Operasyonlar devam ettiği sürece BAE’nin Savunma Bakanı olarak ben de Çöl Fırtınası Harekatı’nın operasyon merkezini birkaç kez ziyaret ettim. 900 binden fazla askerden oluşan Uluslararası Koalisyona komuta eden ABD’li General Norman Schwarzkopf ile her görüşmemde en çok vurguladığım ve üzerinde durduğum nokta; sivil kayıpları azaltacak yöntemler bulmaktı. Çünkü bu savaşı ne Kuveyt halkı ne de Irak halkı başlatmıştı. Bilakis aptalca bir davranıştı ve bu aptallığın bedelini sivillere ödetmemek konusunda kararlıydım.

Başarılı bir askeri operasyonun ardından Saddam, Kuveyt’ten çekilmek zorunda kaldı. BAE güçleri de Kuveyt’e giren ilk Arap güçleri arasında yer alma şerefine nail oldu. Bu bağlamda; savaş bundan çok daha uzun sürseydi bile BAE olarak Kuveyt’in kurtarılması ve tekrar bağımsızlığına kavuşması için kanımızı ve canımızı sonuna kadar feda etmeye hazır olduğumuzu bir kez daha hatırlatmak istiyorum.

Çöl Harekatı Operasyonu Irak güçlerinin aşağılayıcı bir şekilde çekilmesiyle sona erdi. Ama bu bölgemiz için bir son değildi. Bilakis bölgenin büyük devletlerinin yıkıldığı ve azametli ordularının dağıldığı yeni bir dönemin başlangıcıydı. Irak’ın Kuveyt’i işgali tüm bölgenin çehresini değiştiren büyük bir tarihi hataydı.

SAVAŞIN KAZANANI YOKTUR

Irak ve İran arasında yaşanan ve  yaklaşık 1 milyon insanın canını alan yıpratıcı savaşın sona erdiği o tarihi günü hala hatırlıyorum. Ancak savaş öyle geldiği gibi kolayca gitmez ve sona erse de yaşandığı yerde etkileri uzun yıllar devam eder ve arkasında bıraktığı yük öyle kolay kolay hafiflemez. İşte savaş sona erdikten sonra Irak’ı ziyaret ettiğimde de bunu gördüm.

Irak’a gerçekleştirdiğim ve o dönem gücünün ve gururunun zirvesinde olan Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’le görüştüğüm bu ziyaretin ardından yaşananları hala hatırlıyorum. Bu ziyaretin ardından Saddam, BAE Devlet Başkanı Zayid’e hakkımda şunu söylemiş: “Batı eğilimli ve biz Araplara kötü davranıyor.”

Bunun üzerine adeti gereği çıkarlarımızı etkileyebilecek hiçbir sorunun çözümsüz bırakılmasını tasvip etmeyen merhum Şeyh Zayid, benden bir kez daha Saddam’ı ziyaret etmemi istedi.

SADDAM’DAN İRAN’I DESTEKLEME SUÇLAMASI

Ziyaret kapsamında düzenlenen toplantılardan birinde nihayet Saddam’la baş başa kalabildim ve aramızda karşılıklı nezakete dayalı bir sohbet başladı. Ardından Saddam bana hiç beklemediğim ve beni şaşırtan önemli bir suçlama yöneltti: “Elimde farklı yollarla İran’ı desteklediğine dair bir rapor var” dedi ve önüme söz konusu raporu koydu.

Bunun üzerine kendisine şu karşılığı verdim: “ Bana suçlamalar yöneltmek istiyorsanız raporlara ihtiyacınız yok. İşte karşınızdayım. Ne istiyorsanız sorabilirsiniz.  Eğer İran’a yardım ettiğim sözünüzle silah yardımı yaptığımı kastediyorsanız, bunun doğru olmadığını kanıtlamaya hazırım. Ama eğer gıda yardımlarını kastediyorsanız, bunun doğru olduğunu inkar etmeyeceğim. Bunun için o rapora ihtiyacınız yoktur. Çünkü bu gıda yardımlarını taşıyan gemilerimiz Irak’a da gelecektir. Dolayısıyla halklara yardım etme amacını taşıyan bu insani yardım konvoylarını engellemem mümkün değildir.”

Bu cüretkar sözlerim karşısında yüzünde şaşkınlık belirtileri görüldü. Çünkü sadece duymak istediği şeylerin kendisine söylenilmesine alışıktı. Belki de zihninde benim hakkımda çizmiş olduğu zayıf portreden farklı olduğumu görmek onu şaşırtmıştı. Aramızda yaşanan bu yüzleşmenin ardından dost olduk

Ardından Kuveyt Irak tarafından işgal edilince aramızdaki iletişim köprüsü de yıkıldı. Lakin siyasette ne yaşanırsa yaşasın hiçbir zaman kapınızı tamamen kapatmalısınız. Böylece en azından kriz dönemlerinde iletişime geçebilmek için az da olsa açık bir kapı bulabilirsiniz.

1991 yılının şubat ayında Kuveyt’in kurtarılmasının ardından kazananı ve yenileni ile tüm Körfez bölgesi yaralıydı. Herkes acılarını gömmeye ve yıkılanları onarmaya çalışıyordu.

Irak, savaşlardan yorulmuştu ama yenilgiye uğrayarak çekilmeye zorlanan Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin yine de hep tetikteydi.

Bilhassa bölgeye yönelik bakış açılarını ve önceliklerini değiştiren 11 Eylül 2001 olaylarından sonra 2003 yılında ABD’liler bir kez daha Ortadoğu’ya döndüler ve bölgede belirlemiş oldukları vizyona uygun bir model inşa etmek istediler.

BUSH’U IRAK’I İŞGAL ETMEMESİ İÇİN İKNA ETMEYE ÇALIŞTIK

Irak’ı işgal etmenin ABD Başkanı oğul George Bush’un hedefleri arasında olduğunu biliyorduk. Kendisini Irak’ı işgal etmemesi için ikna etmeye çalıştık. Kendisinden savaşta harcayacağı milyar dolarları ve çabaları Irak halkına yardım etmek, okullar, hastaneler ve yollar inşa etmek için kullanmasını talep ettim. Ama ne söylersem söyleyeyim güç kullanmakta kararlı olduğunu anladım.

Yine de durumu kurtarmak ve gerekenleri yapmak için Amerikalılardan bizlere bir fırsat daha vermelerini istedim. Ardından onlara şu soruyu yönelttim: “Saddam’dan ne istiyorsunuz?” Bölgenin savaşın eşiğinde olduğunu hissediyordum ve bölge halklarının bir kez daha savaşın acılarını tatmamaları için elimden gelen her şeyi yapmaya hazırdım. Amerikalılar bana Uluslararası Atom Kurumu müfettişlerinin kitle imha silahları olup olmadığını araştırmak için Irak’a girmelerine izin verilmesini istediklerini belirttiler.

Savaşın genelde bölge için ve özelde Irak açısından yıkıcı sonuçları olacağını biliyordum. Bunun için Irak’la müzakareleri Arap bir liderin yürütmesi konusunda Amerikalıları ikna etmeye çalıştım. Saddam’la aynı kültüre, benzer adetlere, geleneklere sahip olduğumuzu dolayısıyla Saddam’ın ve onun gibilerin nasıl düşündüğünü çok iyi bildiğimizi anlattım.

“HAYATININ BÜYÜK BİR BÖLÜMÜNÜ SAVAŞLARDA HARCAYAN BİRİSİNE NASİHAT ETTİ”

Bunun ardından Saddam’ı ziyaret etmeye kararı verdim. Uçakla Bahreyn’e gittim oradan da gemiyle Basra’ya yöneldim. Saddam’ın gizli görüşmelerini yürütmek için kullandığı yerlerden birinde bir araya geldik ve meseleyi bütün yönleriyle ele aldık. Bazı noktalarda kendisi ile uzlaşırken bazılarında –ki bunlar daha çoktu- uzlaşamadık. Hayatının büyük bir bölümünü savaşlarda harcayan birisine nasihat ettiğimi bilerek ona savaşı ve neden olabileceği felaketleri hatırlattım. ABD’lilere karşı koymasının mümkün olmadığını, beklenen saldırıyı engellemek için bir şeyler yapmazsa Irak’ın her şeyini kaybedeceğinin açıkça ortada olduğunu anlattım. Onunla mantık ve rasyonaliteye dayanan bir konuşma yapmaya çalıştım.

“DUBAİ SİZİN İKİNCİ ŞEHRİNİZDİR”

Fısıldayarak ona; “Eğer Irak’ı kurtarmak için yönetimi bırakmanız ve Irak’ı terk etmeniz gerekiyorsa bunu hemen yapın. Dubai sizin ikinci şehrinizdir. İstediğiniz zaman ve seve seve sizi ağırlamaya hazırdır” dedim. Bu sözlerim üzerine Saddam bana baktı ve: “Ama ben kendimi kurtarmaktan değil Irak’ı kurtarmaktan bahsediyorum” dedi. Bu sözleri onun gözümdeki değerini daha da arttırdı.

“SADDAM MEKANI HER TERK ETTİĞİNDE HERKESİ BİR KORKU SARIYORDU”

Açık sözlülüğün ve gerginliğin hakim olduğu bu görüşme yaklaşık 5 saat sürdü. Bu süre içerisinde Saddam protokol kurallarını çiğneyerek tam 4 kez odadan çıktı. Odaya her döndüğünde ise konuşmamıza kaldığımız yerden devam etmeden önce bizlere tadını hala hatırladığım Arap kahvesinden getirilmesini istiyordu. Saddam mekanı her terk ettiğinde başta Irak devlet başkanının özel sekreteri olan Abdulhammud olmak üzere toplantıda hazır bulanan herkesi bir korku sarıyordu. Ben de bunu atlatabilmek için Allah’a dua ediyordum. Saddam Hüseyin; birçok kişinin kendisini öldürmek istediğini bildiği için aynı mekanda uzun süre kalmazdı. Düşmanlarının yerini öğrenip bulunduğu konuma hava saldırısı düzenlemelerinden korkardı. Bu nedenle Saddam bulunduğumuz mekanı her terk ettiğinde düşmanlarının kendisinin hala içeride bulunduğunu zannedip bir hava saldırısı düzenlemesinden korkuyorduk.

“ARABAMIN KAPISINI AÇARAK BENİ UĞURLADI”

Toplantı sona erdikten sonra Saddam Hüseyin bana arabama kadar eşlik etti. Arabamın kapısını açarak  beni uğurladı. Duyduğuma göre bunu daha önce hiç kimseye yapmamıştı. Irak’tan Amman’a yöneldim ve ardından uçakla ülkeme döndüm. 2003 yılının Mart ayının başlarında ve Irak’ın işgal edilmesinden hemen önce Mısır’ın Şerm El-Şeyh kentinde düzenlenen Arap Zirvesi’nde Şeyh Zayid, yaşanacakların önüne geçmek için son bir çabayla Saddam’dan bu kez Abu Dabi’ye taşınmasını talep etti. Ama iş iten geçmişti ve ABD çoktan savaşı başlatma kararı almıştı.

İngiltere’nin eşlik ettiği ABD güçlü ordularıyla bölgeye geldi ve Irak, bir kez daha kan gölünde boğuldu.

Saddam hesaplarında yanılmıştı. Korku, dehşet ve baskının en iyi yönetim şekli olduğunu düşünüyordu. Bu nedenle ve etrafındaki herkes kendisinden korktuğu için hiç kimse kendisine ordusunun gerçek gücünü söylemeye cesaret edemedi.

BEŞŞAR ESED VE SURİYE

Doksanlı yılların sonunda Beşşar Esed’in gerçekleştirdiği Dubai ziyaretini çok iyi hatırlıyorum. O zamanlar babası Hafız Esed hala yönetimdeydi. Ama belki de son günlerini yaşıyordu ve Beşşar’ın yönetime geçmesi an meselesiydi. Onu daha iyi tanımak için kendisini çevreleyen korumaların ve maiyetindeki kişilerin gözünden uzak kendisi ile daha çok vakit geçirmek istedim. Kendisine eşlik eden bu heyetin içerisinde Beşşar’ın dostu olan ve dönemin Savunma Bakanı Mustafa Talas’ın oğlu Menaf Talas’da bulunuyordu.

Adamlarından heyeti taşıyan arabaya eşlik etmelerini isteyerek Beşşar’ın bizzat benim kullandığım arabaya binmesini sağladım. Birlikte dünyanın her yerinden ziyaretçilerin alışveriş yapmak için geldikleri Dubai’deki en büyük alışveriş merkezlerinden birine gittik. Arabadan indik ve alışveriş merkezi içinde dolaşmaya başladık.

Bu gezimiz sırasında hiç kimse bizi rahatsız etmeden teknolojinin geleceği ve kalkınmadaki rolü hakkında konuştuk. O dönemde Beşşar, Suriye Bilim ve Bilgisayar Topluluğu’nun başkanıydı. Ülkesine hizmet edecek şekilde teknolojiye yatırım yapmak konusunda çok heyecanlıydı ve bana Suriye’de bazı değişimler gerçekleştirmekte kararlı olduğunu ifade etmişti. Dubai’nin kalkınma modelini çok beğendiğini belirtmişti. Bu görüşme sırasında aramızda güzel bir ilişkinin temellerinin atıldığını hissetmiştim.

Birkaç yıl sonra Dubai’yi bir kez daha ziyaret etti. Ama bu kez Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed’di. Suriye’de yönetimi ve hükümeti geliştirmek konusunda çok istekliydi ve bunun için bana: Dubai hükümeti, şehri nasıl yönetiyor? şeklinde bir soru yöneltmişti.

Dubai’nin kalkınma modelinden ve dışa ne kadar açık olduğundan uzun uzun bahsettim. Özel sektör düşüncesine yakın bir hükümet düşüncesini benimsediğimizi anlattım. Hizmet sunma konusunda, mükemmellikte, parayı verimli bir şekilde harcamakta, kadrolarımızı geliştirmekte ve liderler inşa etmekte özel sektör zihniyetini benimsediğimizi ve hükümetimizi buna dayanarak yönettiğimizi anlattım. Arap dünyasının örnek alacağı bir rol model inşa etmeyi umduğumuzu ama aynı zamanda diğer Arap ve küresel deneyimlerden de ders almaktan ve yararlanmaktan geri kalmadığımızı belirttim. Beşşar; Dubai’nin gerçekleştirdiği bu başarıdan çok etkilendiğini ifade ederek bunu Suriye’de tekrarlamak konusunda kararlı olduğunu vurguladı. Gerçekten de Beşşar Esed yönetime geldiği ilk yıllarda Suriye ekonomisinde birtakım açılımlarda bulundu. Yabancı bankaların Suriye’de faaliyet göstermeleri önündeki engelleri kaldırdı. Vatandaşlarına yabancı para birimleri ile kişisel hesap açma izni verdi. Yabancı yatırımcılara Suriye’de yatırım yapma çağrısında bulundu. Hatta benim de Suriye’de emlak yatırımları fırsatlarını araştırmaları için oraya bir heyet gönderdiğimi ve bu heyetin bana güzel fikirlerle döndüğünü hatırlıyorum. Sonra ne olduysa Beşşar Esed; ülkesindeki her şeyi yakıp yıkan, binlerce yıllık tarihini yerle bir eden bir ölüm ve yıkım fırtınasının Suriye’yi kasıp kavurmasını ve halkının yıkım ve kan gölünde boğulmasını izlerken bambaşka bir dünyada yaşamaya başladı.

LİBYA LİDERİ KADDAFİ: AFRİKA’DA BİR DUBAİ İNŞA ETMEK İSTİYORUM

Bir gün Libya lideri Muammer Kaddafi’nin beni arayarak, Libya’da Afrika kıtasının ekonomik başkenti olacak yeni bir Dubai inşa etmek istediğini söylediğini hatırlıyorum.

ABD’nin 2003 yılında Saddam Hüseyin’in sahip olduğunu iddia ettiği kitle imha silahlarını aramak için Irak’ı işgal etmesinin ardından Libya lideri Muammer Kaddafi tüm dünyayı şaşırtan bir girişimde bulundu. Libya’nın bir nükleer programa sahip olduğunu itiraf eden Kaddafi; nükleer silahlar ve kitle imha silahları geliştirilmesine yol açabilecek programlarda kullanılabilecek tüm araç ile teçhizatların yasaklanmasını talep etti. Libya’nın bilimsel gelişme ve teknik kalkınma için herkese yardım etmeye hazır olduğunu ve tüm liderlere dost elini uzattığını deklare etti.

Dostluk için el uzattığı liderler arasında ben de bulunuyordum. Dünyaya açılmak konusunda samimi olduğunu göstermek için Libya’da yeni bir Dubai inşa etmekte kendisine  yardımcı olmam talebinde bulundu. Ben de o zamanlar yönetim ofisi başkanım olan Muhammed El Karkavi’yi Libya’ya gönderdim. El Karkavi’nin bu ziyaret sonrasında bana sunduğu rapora göre; Libya’ya vardıktan birkaç gün sonra Kaddafi’nin adamları tarafından Trablusta’ki ikamet yeri olan Bab El Aziziyye’ye götürülmüş. Biraz bekledikten sonra büyük bir odaya alınmış. İçeri girdiğinde Kaddafi’yi bir masada oturmuş deneyimsizliğini ortaya koyan gösterişli hareketlerle internette gezinir bir halde bulmuş.

“KARKAVİ’NİN RAPORUNU OKUDUKTAN SONRA LİBYA’YA GİTTİM”

Kaddafi El Karkavi’ye şunları söylemiş: “Dubai Emiri Şeyh Muhammed’in başardıklarından çok etkilendim. Afrika’ya Dubai benzeri gelişmiş bir ekonomik başkent kazandırmak istiyorum.” Kaddafi’nin tarih hakkında hiçbir bilgisi olmadığı izlenimi edinen El Karkavi; Kaddafi’nin kendisine çevresindeki kişilerin ya korkudan ya da bilerek –ki ben birinci olasılığı tercih ediyorum- kendisinden doğruları sakladığını söylemiş. Hiçbir anlamı olmayan bu uzun konuşma sırasında El Karkavi’ye hiçbir ülkeyi ve lideri beğenmediğini söylemiş. Asabice bir şekilde konuşuyormuş ve hiçbir şekilde kendisi ile tartışmak ya da karşı çıkmak mümkün değilmiş. Sözleri hiçbir şekilde gerçek bir liderin sözlerine benzemeyecek kadar saçmaymış.

Muhammed El Karkavi’nin bu raporunu okuduğumda Libya’yı bizzat kendim ziyaret etmeye karar verdim ve uçağımla Trablus’a gittim. Trablus, tarihin merkezinde yer alan güzel bir şehirdi…

İlk gün şehrin eski bölümlerini gezdik. Burası insana gerçekten de hüzün veriyordu. İnsanın bu kadar zengin bir ülkenin nasıl bu kadar yoksul olabileceğini anlaması mümkün değil. Her yerde kanalizasyon atıkları vardı ve çöpler oraya buraya yığılmıştı. Kaynakların sınırlı ve su kaynaklarının az olduğu, insanların elektriksiz yaşadığı ellili yıllarda bile Dubai çok daha iyi bir durumdaydı. Ardından Sirte şehrinde kurulu olan çadırında Kaddafi’yi ziyaret ettim. Bir önceki buluşmamızda olduğu gibi görüşme boyunca neredeyse sadece kendisi konuştu.

O günün akşamında ise Trablus’un kalabalık meydanlarından birini gezmek istedik. Ama orada bizi bir sürpriz bekliyordu. Birileri meydandaki kalabalığa orada olduğumuzu haber vermişti. Bunun üzerine kalabalıklar durdurulamaz bir sel gibi arabamızın etrafını çevirdi. Sıcak ve samimi bir şekilde ziyaretimizden duydukları memnuniyeti ifade ediyorlardı. Ama ileriye atılmaya çalışan bu kalabalık nedeniyle arabamız dengesini kaybetmeye başladı. Çok geçmeden binmiş olduğumuz arabanın neredeyse yerden yükseldiğini hissetim. Aşırı coşku ve heyecandan, samimi duygulardan kaynaklanıyor olsa da bu taşkınlık bizi korkutmaya başlamıştı. Onlarla konuşmaya çalıştım ama yüksek ses nedeniyle onlara sesimi duyuramadım. Nihayet korumalarımız bizleri kurtarmak için kalabalığa şiddetli bir şekilde müdahalede bulunmak ve uzaklaştırmak zorunda kaldı. Oysa bu şekilde müdahalede bulunmalarını hiç istememiştim.

Daha sonra Kaddafi bana Trablus’un kuzey doğusunda yer alan ve Yunan dönemine ait bazı tarihi eserlere ev sahipliği yapan Cebel El Ahdar bölgesini göstermek istedi. Muammer Kaddafi’nin oğlu Seyfülislam Kaddafi ile Kaddafi’nin yakın adamlarından biri olan ve geçmişte iç güvenlik ve ordu istihbarat başkanlığı görevinde bulunan, acımasızlığı ve sertliğiyle bilinen Abdullah El-Sinusi ile uçağa bindik.

Uçak havalanıp yol almaya başladığında El-Sinusi bizlere dönerek yıllardır ilk defa uçağa bindiğini söyledi. Ona neden bunca yıldır uçağa binmediğini sorduğumda bana, her zaman hedef alınan bir kişilik olduğunu ve bindiği uçağın saldırıya uğramasından korktuğunu söyledi. Bu sözlerin ardından aramıza bir sessizlik çöktü ve sanırım herkes bizimle paylaşılan bu ilk deneyimin kötü bir şekilde sonuçlanmamasını umuyordu.

“SEYFÜLİSLAM BABASINDAN DAHA BİLGİLİ”

Bu yolculuk sırasında Seyfülislam’la yaptığım konuşmada bana babasından daha bilgili ve açık gözüktü. Seyfülislam bana; Babamın takip ettiği ekonomik model hakkında çok düşündüm. Bu model ne sosyalist veya komünist ne de kapitalist ” dedikten sonra sözlerini şu şekilde sürdürdü: “Halka topraklarını iade etmemiz ve dünyaya daha fazla açılmamız gerektiği konusunda babamla çok konuştum.”

Ziyaretimiz sona erse de Libya halkı kalbimizdeki yerini her zaman korudu. Ona yardım etmek istedik ama işler yolunda gitmedi. Bir müddet sonra boş bir halkanın içinde dönüp durduğumuzu, işe yolsuzlukların karışmaya başladığını ve Kaddafi’nin reklam kampanyasında bir propaganda malzemesine dönüşmek üzere olduğumuzu fark edince, bu yeni proje ile ilgili yürüttüğümüz müzakerelerden çekildik.

Kaddafi değişiklik istemedi, değişimi diledi. Kaddafi değişim istemiyordu. Ama değişim için gerekli olan söylevler ve sözler değil, harekete geçmek ve başarmaktır.

Şarkul Avsat