ABD Başkanı Donald Trump

Yüzyılın Anlaşması gerçeklerle uyuşmuyor

‘Yüzyılın Anlaşması’ adlı ‘planın’ ilan edildiği basın toplantısını izleyen hiç kimse, gördüğü ve dinlediği şeyin gerçekleşebileceğine inanmıyor.

Söz konusu törene, Başbakan Binyamin Netanyahu, İsrail hükümetini ve muhalefetini temsil eden bir ekiple iştirak etti. ABD Başkanı Donald Trump tarafından belirlenen, damadı Kushner başta olmak üzere İsrail destekçisi ABD ekibi de ‘anlaşmanın’ ayrıntılarını sunmak için törende yer aldı.

Başkan Trump’ın ev sahipliğinde, Beyaz Saray’da düzenlenen törende, Filistin tarafının yokluğunda, Batı Şeria’nın önemli bölümleri İsrail’e armağan edildi. Keza orada inşa edilmiş olan yasadışı yerleşimler İsrail devletine katıldı ve Kudüs birleşik bir şehir olarak İsrail egemenliğine adandı.

Hiçbir İsrailli yetkili, Trump’ın vaat ettiklerini hayal etmeye dahi cesaret edemezdi. Dünya, ABD Başkanı’nın, Netanyahu’nun Oslo Anlaşması’nı reddettiği 1990 yılında duyurduğu en iyi dileklerini yerine getirdiğine şahit oldu.

Bu anlaşmanın, biri Trump, diğeri Netanyahu açısından olmak üzere iki ihtiyaca hitap ettiği analiz edildi. Netanyahu, yolsuzluk suçlamasından kurtulmayı ve gelecek ay yapılacak genel seçimleri kazanmayı umuyordu. Trump ise, Kasım ayında gerçekleşecek seçimlerde ikinci dönemi kazanmak için, ‘azil’ girişimleri karşısında konumunu güçlendirmeyi, dolayısıyla İsrail yanlısı Yahudi lobisinin desteğini kazanmayı hedefliyordu. Ayrıca ABD Yahudilerinden daha fazla İsrail bağnazı olan Evangelist Hristiyan seçmenlerin de gönlünü kazanmak istiyordu.

Şunu itiraf etmek gerekir ki: Filistin Ulusal Otoritesi’nin ilk Başkanı Yaser Arafat’ın ölümünün ardından, yani 2000’li yılların başlangıcından bu yana, Filistin meselesine olan uluslararası ve Arap dünyasının ilgisi zayıflamaya başladı. Filistin davasının imajının sarsılmasının nedenlerinden biri de; Gazze darbesi. Bu darbeyi hem Müslüman Kardeşlere hem de İran’a bağlı olan bir örgüt gerçekleştirmiştir.

2007 baharında gerçekleşen bu darbe, Müslüman Kardeşlerin ve Tahran’ın bölgede etkin olmasına olanak sağlamıştır. İran yönetiminin Lübnan Cephesi’ne müdahaleleri, Temmuz Savaşı’nın yaşanmasına neden olmuştur. Bu savaşta Güney Lübnan’ın altyapısı tamamıyla yok edilmiş, yüzlerce sivil hayatını kaybetmiştir.  BMGK’nın 1701 sayılı kararıyla savaş sona ermiş ve 1975’ten beri ilk defa İsrail-Lübnan sınırına uluslararası güçler konuşlanmıştır.

Gazze’deki bölünme girişimi, daha sonra İran’ın ‘direniş hattı’ olarak bilinecek politikalarının Batı Şeria’ya yönelik ilk hamlelerinden sayılabilir. Bir süre sonra Suriyeli bir istihbarat ajanının liderliğindeki İslami Fetih adındaki bir örgüt, Lübnan’ın kuzeyinde Nehr el-Barid adlı Filistinli mülteci kampını ele geçirme girişiminde bulundu. Böylelikle Tahran, Trablusşam kentine doğru genişleyebilecekti.

Bu girişimin bastırılmasının Lübnan ordusuna ağır maliyetleri oldu. O dönemde bazı müzakereciler, işin arkasında Tahran’ın olduğunu, Gazze bölünmesi ile Trablusşam’ın ele geçirilmesi girişimlerinin sonraki yıllardaki bir büyük plana hazırlık olarak, birbiriyle ilintili olduğunu ileri sürdü.

Arap Baharı başladı, Tunus’ta Müslüman Kardeşler örgütü öne çıktı ve Mısır’da iktidara atladılar. Bu süreçte Gazze’deki Müslüman Kardeşler, Kenan ellerinin efendisi havasına büründü. Suriye ve Irak’ta ise tutuklu teröristler serbest bırakıldı, bir süre sonra Sünni örgüt liderleri olarak belirdiler.  Böylelikle Şii savaşçıların teröristlerle savaş bahanesiyle bu ülkelere girebilmesi mümkün oldu.

Kısa sürede bu iki ülkede, İran Devrim Muhafızları’nın Kudüs Gücü komutasında Afganistan ve Lübnan’dan getirdiği Şii milisler yayılmaya başladı. Terörle savaş bahanesiyle, mezhepçi sloganlarıyla Ortadoğu’daki toplumların arasının daha fazla açılmasına ve toplumların güvenlik kaygıları yaşamasına neden oldular.

Şattülarap’tan Akdeniz’e, Toroslardan Yemen’e kadar Ortadoğu, iki siyasal İslamcı kutbun, Humeyni İran’ı ile Erdoğan Türkiye’sinin liderliğinde savaş sahası haline geldi.

Böyle bir iklimde, İsrail’in Filistin’i işgaline olan ilgi asgari sınırlara geriledi. İsrail, hedeflerini gerçekleştirmek için esas müttefiki ABD ve sahadaki yeni müttefiki Rusya’nın desteği ile özgürce hareket etme imkânı buldu.

İsrail her ne kadar Suriye ve Irak’taki İran üslerini yüzlerce saldırı gerçekleştirse de, İran, Suriye, Irak, Lübnan ve Yemen’deki konumunu pekiştirmekle meşgul oldu. İsrail’e yanıt vermeyerek, Kudüs’ü özgürleştirmeye dair sloganlarla yetindi.

İran ayrıca, Arap halklarına ve ülkelerine meydan okuma noktasında çok ileri gitti. Körfez’deki Arap çıkarlarını tehdit etmenin yanı sıra, ‘Amerika ve İsrail’e ölüm’ sloganları altında Arap ülkelerine saldırdı. İsrail ise tüm bu sert ifadelere rağmen İran’dan herhangi bir zarar görmedi.

Ne yazık ki Filistinli örgütler, Filistin halkının geleceği üzerindeki tehlikelerini bilmelerine rağmen, İran’la yakın ilişkilerini sürdürdüler. Bu karamsar tablo farklı beklentileri ortaya çıkarabilir. Şüphesiz Trump, Arap-İran ihtilafının derinleştiği bu ortamda yüz yıllık bir sorunun çözümü için böylesi bir ‘planı’ gerçekleştirebileceğini düşünmüş olmalı. Ancak gerçekler öyle değil.

Trump ve Amerikan yönetimine çoğu Arap lideri tarafından büyük saygı duyulduğu bir gerçektir. Özellikle başta İran olmak üzere dış tehditlere karşı ABD’ye duyulan ihtiyacın bu saygının temelini oluşturduğu da doğrudur. Fakat Beyaz Saray’da düzenlenen törende Filistin tarafını dikkate almadan Netanyahu’ya Filistin’in ‘hediye’ edilmesi, uluslararası kabul görmemişken, Filistin tarafının cevabı bir yana, Arap ülkeleri nezdinde kabul görmesi nasıl beklenebilir?

Trump’a en yakın ülkelerin tutumu dahi aksi yöndedir, örneğin Avrupa’daki birçok ülke, Filistin meselesinde iki devletli çözümü desteklemeye devam etmektedir. Ya da en azında ‘Ortadoğu barışına’ yönelik uluslararası kararların uygulanması yönünde bir eğilim söz konusudur. AB’nin öncü ülkelerinin yaklaşımının yanı sıra, Rusya’nın tutumu da bu yöndedir. Putin bizzat Mahmud Abbas’a başkenti Kudüs olan Filistin devletini desteklediğini iletmiştir. Dünya ülkelerinin çoğunun pozisyonu da böyledir.

Arap pozisyonuna gelince, birçok liderin ABD yönetimiyle iyi ilişkileri istemesine rağmen, Kahire’deki dışişleri bakanları toplantısında, ‘Yüzyılın Anlaşması’ reddedilmiş, 2002 yılındaki Arap Barış Girişimi’nin desteklediği deklare edilmiştir.

Dolayısıyla Arap ve uluslararası tutum nedeniyle umutsuzluğa kapılmanın anlamı yoktur. Dünya hak ve adaleti gözeten bir pozisyon takınmıştır. Filistin davasını karakterize eden hususta budur. Ancak olayların seyredeceği mecrayı belirleyecek olan Filistin halkının tutumu olacaktır. Şüphesiz bölünme ve çatışmayla geçen yıllar Filistin’in tutumunu zayıflatmıştır, ancak bugünlerdeki birlik görüntüsü son derece önemlidir. Bu birliktelik ‘Yüzyılın Anlaşmasının’ önündeki en büyük engeldir. Diyebiliriz ki ABD’nin söz konusu planı ölü doğmuştur, ya da başarısızlığa mahkûmdur.

Şarkul Avsat