​Koronavirüs salgını sonrası ABD ve dünya düzeni

Koronavirüs krizinin sona ermesinin ardından hangi bilim adamının yıldızı parlayacak? Zafer kazanan güçler hangileri olacak? Dünyanın, insanlığın bu yeni düşmanı ile savaşında yenilgiye uğrayacak güçler hangileri olacak?

Bu soruların, tüm dünya mevcut krizden kurtulmayı nefesini tutarak beklerken ortaya çıkması için henüz erken olabilir. Ancak bunlar, araştırma merkezlerindeki ve gelecekte alınacak kararları şekillendirmekten sorumlu devlet kurumlarındaki politika yapıcıların bugünü meşgul eden sorulardır.

Şimdiden Almanya, Güney Kore, Singapur ve diğer ülkelerin, dünyanın iki büyük ekonomisi Çin ve ABD’nin, yetkilileri arasında yapılan açıklamalarda olduğu gibi bu küresel felaketin yayılmasının sorumluluğuyla ilgili bir dizi karşılıklı suçlamaların yapıldığı sırada bu savaşta kazanılacak herhangi bir ‘zaferin’ meyvelerini toplamak için yarattıkları kalabalığa tanık oluyoruz. Öte yandan Pekin’deki yetkililer, salgının ortaya çıktığı Vuhan eyaletinde ekonomik hareketliğin ve hayatın sınırlı da olsa yeniden normal akışına döndüğünü açıkladılar.

Örneğin Dr. Muhammed Kemal, Dr. Paul Salem ve Avrupa Birliği (AB) Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi ve AB Komisyonu Başkan Yardımcısı Josep Borrell makaleleriyle koronavirüs salgınına karşı verilen savaşın uluslararası ilişkilerin geleceğine yönelik sonuçlarına ışık tutmaya çalışıyorlar.

ABD ve genel olarak dünyanın yaşadığı mevcut sağlık krizi, son 100 yılın en büyük krizidir. Ekonomi üzerinde 1930’lardaki Büyük Buhran’dan bu yana en büyük etkiyi bırakabilir. Bu küresel krizden çıkış yolunun kesin olarak tahmin edilmesi ise şu an için mümkün olmasa da birkaç olası senaryo söz konusu.

En iyimser senaryo, ‘sosyal mesafenin’ işe yaraması ve hastaların etkili bir şekilde tedavi edilmesinde hızlı bir ilerleme sağlanması olasılığı çerçevesinde mevcut krizden çıkmanın önümüzdeki üç ay içinde mümkün olabileceği öngörülüyor. Bu senaryoda, insanların kademeli olarak işlerine dönmeye başlayabilecekleri ve böylece ekonomik durgunluğun etkileyeceği ekonomilerin 2020 sonları ile 2021 başlarında toparlanmaya başlayacağı düşünülüyor.

Daha karanlık olan senaryoda ise  salgının, en az 12 ay daha yani, bir aşı bulunana, test edilip dağıtılana kadar devam edeceği, karantina ve kapatma politikalarının 18 aya kadar uzayabileceği öngörülüyor. Bu da ABD ve dünyada 1930’ların Büyük Buhran’ına benzeyen ve etkisi uzun yıllar sürebilecek ekonomik bir gerilemeye yol açacaktır. Bu kasvetli senaryoya göre ABD ve küresel ekonomiyi etkileyen diğer ülkelerde ekonomik iyileşme daha uzun zaman alabilir ve bu iyileşme süreci 2022’ye kadar uzayabilir. Bununla birlikte yüksek işsizlik oranları ile yoksulların sayısındaki artışın sosyal, siyasi ve güvenlik yansımaları şu an için pekte doğru beklentiler değiller.

ABD ile ilgili olarak ise iyileşme süresi ne olursa olsun ekonomide kayda değer bir daralmaya yaşanacağı bir gerçektir. Ulaşım, enerji ve sigorta gibi kilit sektörlerin toparlanması uzun zaman alacaktır. ABD’liler özellikle kişisel ve sağlık harcamalarının yanı sıra ekonomik koşullarına daha fazla dikkat etmeye başlayabilirler. Bu da dış politikaya olan ilgiden giderek uzaklaşılması anlamına geliyor.

Ülkenin siyasi yönetimi sola eğilim gösterecek. Çünkü Cumhuriyetçi ve Demokrat olmak üzere ABD’nin iki büyük partisi de ülkenin nüfusu ve kurumlarına destek sağlamada kamu sektörünün rolüne büyük önem veriyorlar.

Bununla birlikte önümüzdeki Kasım ayında yapılması planlanan ABD başkanlık seçimleri, Washington’ın politikalarında meydana gelecek değişiklikleri şekillendirmede önemli bir faktördür. Şu anda kimin kazanacağını tahmin etmek imkansız. Yarışın galibi ya Başkan Donald Trump olacak ya da eski Başkan Yardımcısı Joe Biden. Eğer seçimi Trump kazanırsa, içişlerine dikkat etmeye öncelik verecektir ve muhtemelen ABD’nin dünyadan daha fazla tecrit edilmesini isteyecektir. Bu durum uluslararası müttefikler ve ortaklarla ilişkileri zayıflatırken Washington’ın uluslararası kurumlara katkısını azaltacaktır.

Joe Biden ise uluslararası işbirliğinin önemli olduğuna inanıyor. Eğer seçimleri Biden kazanırsa, ABD’nin NATO’daki ve müttefikleri arasındaki liderlik pozisyonunu yeniden kazanması için çalışacaktır. Ayrıca ABD’nin uluslararası kurumlardaki rolünü canlandırmaya çabalayacaktır.   Fakat seçimleri kazanması her şeyin değişmesi anlamına gelmeyecektir. Amerikalılar ve ABD Kongresi’nin odak noktası aynıdır. Bu odak noktası içeriye yönelmek ve öyle kalmak yönündedir. Bu da ABD’nin büyük veya maliyetli dış rollerine önemli bir destek verilmeyeceği anlamına geliyor.

Bununla birlikte ABD’nin artık bir zamanlar sahip olduğu dünya siyaseti üzerindeki baskın konumundan uzaklaştığı da açıktır. Bu durum, Beyaz Saray’a gelecek olan isimle ilgili dengeyi değiştirmeyecektir. Rusya ve Çin, dünyanın birçok bölgesinde ve endişe duyulan alanlarda ABD’nin konumunu dengelemek için çok mücadele ettiler.

Bunun yanı sıra ABD’de göz ardı edilemeyen temel kaygılardan biri de başkanlık seçimlerinin önümüzdeki Kasım ayında yapılmaması ihtimaliyle ilgilidir. Eğer salgın sona ermezse veya Eylül ve Ekim aylarında tekrar yayılmaya başlarsa, Başkan Trump, özellikle seçimleri kaybetme korkusuna kapılırsa ortaya çıkacak koşulların seçimlerin yapılmasına uygun olmadığını duyurmaktan geri kalmayacaktır.

Cumhuriyetçilerin kontrolündeki ABD Senatosu, Trump’ın böyle bir olası kararını muhtemelen destekleyecektir. Yüksek Mahkeme de bu kararı, özellikle bazı yargıçlarını halihazırda Trump’ın atamış olmasından dolayı onaylayabilir. Bu senaryoda ABD, 1861 – 1865 yıllarındaki iç savaştan bu yana demokrasiyi tehdit eden en ciddi anayasal krizle karşı karşıya kalacaktır.

Her halükarda ABD, koronavirüs krizinden ekonomi ve siyasi olarak daha zayıf çıkacak ve bu yüzden içişlerine daha fazla odaklanacaktır. Küresel nüfuzunu geri kazanmaya ya da Ortadoğu veya diğer bölgelerdeki bölgesel çatışmalara ve anlaşmazlıklara daha az ilgi duymaya başlayacaktır.

Öte yandan, uluslararası sistemin geçmiş yıllarda olduğu gibi dağılmaya devam etmesi muhtemeldir. Doğu Avrupa’da NATO’nun genişlemesi girişimleri konusunda Rusya ile yaşanan çatışmalara tanık olduk. Moskova, AB ülkeleri arasındaki uyumu zayıflatmaya ve kıtanın çeşitli yerlerindeki sağcı siyasi hareketlerin yükselişine destek vererek bu dağılmaya etkili bir şekilde katkıda bulundu. Çin ise ABD’nin Pasifik Okyanusu ve Avrasya’daki hegemonyasıyla yüzleşti. Çin ve Rusya’nın boykotu, 1990 yılında Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından kök salan ABD hegemonyasının sona ermesine katkıda bulundu. Ancak bu boykot, Rusya ile Çin ve Batı ülkeleri arasında Libya’ya müdahalenin kapsamı konusunda bir takım anlaşmazlıkların patlak vermesinden ve Rusya’nın Suriye’de askeri birliklerini konuşlandırmasından sonra sarsıldı.

Salgının, Sovyet bloğunun çöküşünden buna yana devam eden ‘dünya düzeni’ni zayıflaması da söz konusu. Kriz bittikten sonra, ABD eskisinden daha zayıf olacak ve ekonomisini Çin ekonomisinden ayırmaya çalışacaktır. Bununla birlikte büyük olasılıkla iç meselelere odaklanacaktır. Öte yandan Çin ve Rusya, çıkarlarına hizmet eden alanlarda nüfuzlarını artırma çabalarını sürdüreceklerdir.

Bazıları bu krizin uluslararası işbirliğini artıracağını beklerken, bunun tersi de olabilir. ABD, Rusya ve Çin, bir birlerine karşı koronavirüs krizine diğerinin neden olduğuna dair suçlamalar yönelttikleri bir bilgi savaşı başlattılar.

Eğer Trump ikinci kez başkan olursa, mevcut gerilim eğilimi güçlenecek ve dünya gerçek uluslararası işbirliği olasılığına veda edecektir. Eğer seçimleri Biden kazanırsa, uluslararası işbirliğini yeniden inşa etmeye çalışabilir. Fakat bunu yapabilmesi oldukça zor ve meşakkatli. Çin ve Rusya’nin liderlerinin nasıl bir tutum sergileyeceklerini ise bilmiyoruz.

Şarkul Avsat