Suudi Akademisyen ve Gazeteci Dr. Tallal et-Tureyfi

Zekeriya Kurşun’un ‘Suudilere Reddiye’ isimli yazı dizisine reddiye (3)

Yeni Şafak Gazetesi yazarlarından Zekeriya Kurşun’un köşesinde başlattığı “Suudilere Reddiye” başlıklı yazı dizisi Suudiler tarafından reddedildi. Suudi Akademisyen ve Gazeteci Dr. Tallal et-Tureyfi, Şarkul Avsat Gazetesi’ndeki köşesinde, Zekeriya Kurşun’un ‘Suudilere Reddiye’ isimli yazı dizisine reddiye başlıklı bir yazı dizisi başlattı. Bugün üçüncü bölümü yayınlanan dizide şu görüşlere yer verildi:

Zekeriya Kurşun, kaleme aldığı son yazısında önemli olduğuna inandığı meseleleri ele aldı; Haremeyn-i Şerifeyn ve Osmanlı hizmeti meselesi. Türkler ve onların yöntemini benimseyen tarihçiler, Osmanlıların Haremeyn’e hakimiyeti konusunda olumlu bir görüş etrafında toplanıyor. Öte yandan genel anlamda Hicaz’da Osmanlılar açısından olumsuz meseleler de söz konusu. Bazı tarihçiler bunların üzerini örtmeye çalıştıysa da bu konuyu ele alan tarihi kaynakları yok edemediler.

Türk tarihçilerinin en büyük krizlerinin, Araplarla sorun yaşamadan önce kaleme alınmış kaynaklarda belirtilenlerde gizli olduğunu düşünüyorum. Çünkü Osmanlılar ve Hicaz’daki yönetimlerini kınayan konuların açık bir şekilde ele alındığı kaynakların ortadan kaldırılması mümkün değil.

Haremeyn-i Şerifeyn

Kurşun, kaleme aldığı yazılarında Hadimu’l Haremeyn-i Şerifeyn unvanının Osmanlı padişahlarına ait olduğunu savundu. Fakat bu unvan onlardan önce kullanılmıştı. Selahaddin-i Eyyubi, Osmanlılardan önce kendine bu unvanı vermişti.

Harameyn konusunun tartışmaya açılması, Suudilerin Haremeyn-i Şerifeyn’e sundukları hizmet ve art arda kaydettikleri başarıları ellerinden alma girişimidir. Suudi Arabistan’ın bu başarıları Türkler için açıkça sıkıntı vermeye başladı. Çünkü bu hizmet konusunda iki otorite arasında bir kıyaslama yapılıyor. Ancak bu kıyas geçersiz ve imkansızdır. Suudiler, görevlerini yüce hedeflere dayandırdı: Bunların başında Harem-i Mekki ve Harem-i Nebevi’deki kutsal mekanlara hizmet sunma teşvikinde bulunan İslam Şeriatı’na uygun davranma geliyor. İslam dünyası ve yeryüzündeki tüm Müslümanlara hizmet etme ikinci hedefi oluştururken, Suudi Arabistan Krallığı topraklarının önemli parçaları olmaları nedeniyle bu mekanlara olanak sağlamak üçüncü hedefi teşkil ediyor.  Osmanlı Devleti ise bunun tam aksine Haremeyn’e tek bir amaç uğruna hizmette bulundu; bu da İslam dünyasının en büyük coğrafi alanından sorumlu olan imparatorluğunun siyasi propaganda aracı olması ve otoritelerine kutsal bir nitelik kazandırmasıydı.

Tarihi kanıt isteyen, Arap Yarımadası da dahil olmak üzere Arap dünyasının, Osmanlı döneminde büyük bir bölümünün nasıl bir politik ve ekonomik olarak ihmalden muzdarip olduğunu hayal etmelidir. Basra Körfezi Avrupalıların sömürge tamahlarına terk edilmiş, Endülüs ise onu korumak için ciddi adımlar atmayan Osmanlı Devleti’ndeki Osmanlı halkını yardıma çağırıyordu. Osmanlı hükümranlığının çeşitli dönemlerinde bu olayalar yaşanırken İmparatorluk, Avrupa dünyasında siyaset yapmaya çalışıyor, Fransa ve benzeri ülkelerdeki diplomasisini formüle ediyordu. Ancak kendisine bağlı ve iddiasına göre himayesi altında olan bölgelerin kalkınması için ciddi adımlar atmıyordu.

Bu nedenle, Arap Yarımadası sakinleri de dahil olmak üzere Arap halkları, Osmanlı Türkleri gerçeğinin gayet farkındaydı. Vatanlarının kan kaybetmesinde Osmanlıların ihmallerini biliyorlardı. Bu nedenle yarımada halkı Osmanlı projesine karşı çıktı. Gerek İlk Suudi Devleti’nde gerek iki devlet arasındaki dönemde gerekse de İkinci Suudi Devleti ve Kral Abdulaziz döneminde Suudi devletinin liderleri ile temsil edilen ulusal destek aracılığıyla dayatılan Osmanlı hegemonyasını ve empoze edilen çözümleri reddedildi. Osmanlılar, İkinci Suudi Devleti döneminde Suud ailesi üyelerinden biri üzerinde onların adına yönetime geçmesini hedefleyen projelerini gerçekleştirmeye çalışsa da; halkı, ne kendilerine ne de temsilcilerine yönlendirmeyi başaramadılar. Bunun ardından tüm sömürge projeleri tek tek başarısızlığa uğradı.

Osmanlıların Haremeyn-i Şerifeyn ve İslam dinine samimi bir şekilde hizmet etmediklerinin delili olarak; hiçbir padişahın Haremeyn-i Şerifeyn’i ziyaret etmemesi veya hac ibadetini eda etmemesini gösterebiliriz. Haremeyn-i Şerifeyn hizmeti, hükümdarın bu iki kutsal mekânı gözetmesi, ziyarette bulunması ve sunulan hizmetlerin denetiminde bulunmasını kapsıyor. Oysa Hicaz’ı egemenlikleri altına aldıkları dönemde bunlardan doğrudan Osmanlılar sorumluydu.

Osmanlıların Haremeyn-i Şerifeyn’e bağlılığı konusunda hâkim olan siyasi görüşü daha iyi anlamak istiyorsak bilmeliyiz ki Osmanlılar, Haremeyn-i Şerifeyn’i ilhak edene kadar zayıflatmaya çalıştıkları İlk Suudi Devleti’ni muhatap almadılar. Kurşun’un kendisi de Osmanlıların Mekke-i Mükerreme’nin ilhakına kadar İlk Suudi Devleti aleyhine hareket etmediğini ispatlıyor. Kurşun kitabında şu ifadelere yer veriyor: “Vehhabilerin Mekke’yi işgal etmeleri Osmanlı Devleti’ni harekete geçirdi. Derhal etraftaki valilere kesin emirler vererek harekete geçip, tedbir almaları istendi” [1]

Osmanlıların İngiltere de dahil olmak üzere İlk Suudi Devleti’ni devirmek için yabancı güçlerle ittifak kurmaya çalıştıkları bilinen bir gerçek. İngiliz Kaptan George Foster Sadler’ın h. 1334/1819 yılında İbrahim Paşa’nın karargahına bir ziyarette bulunarak Suudi Devleti’nin devirmelerini tebrik etmesi bunu kanıtlıyor. Söz konusu ziyarette ayrıca devletin yıkılmasının bile Suudi nüfuzunun ortadan kalkması için İlk Suudi Devleti’ne bağlı kalan son bölgeler olan Rasu’l Hayme, Şarika ve Kavasim şeyhlerini yok etmeyi amaçlayan Osmanlı-İngiliz ortak saldırısı için onunla yerel ve bölgesel güçlerin seferber edilmesi konusunu ele alması da bir delil sayılabilir. Bunun ardından İngiltere, aralarında yaptıkları anlaşma ve planların ardından Osmanlı yönetimi döneminde Şarkia’ya dördüncü operasyonunu gerçekleştirdi. Osmanlıların Suudi nefreti en üst düzeye ulaşmıştı. Brydges kitabında şu ifadelere yer verdi: “Acizlikten güce dönüşen bir halk tarafından kurulan devlet böylece sona erdi. Asya’daki Türk paşaları ve Kostantiniye’deki padişahları korku saldı. Vehhabiler, gerçek güçlerinin büyüklüğü konusunda aldanıp, İngiliz hükümetine meydan okuyabileceklerini düşündüler.” Bu, İngiltere’nin İlk Suudi Devleti’ni devirmek için Osmanlılarla birlikte hareket ettiğini kanıtlıyor. [2]

I.Selim (Yavuz Sultan Selim) tarafından kullanılan Hadimu’l Haremeyn-i Şerifeyn unvanına gelince burada ilginç bir durumla karşılaşıyoruz. Hem gururlanarak bu unvanı ilk kullanan kişinin kendisi olduğunu söylüyor hem de ‘Selahaddin-i Eyyubi’den sonra’ ifadesini ekliyor. O halde nasıl ilklik iddiasında bulunabiliyor? Herkes kendinden öncekinden sonra gelen ilk kişi olmakla övünebilir. Haremeyn-i Şerifeyn’e hizmet, unvan veya ilklikle değil, tarihte yapılan işler ve kanıtlarıyla ortaya çıkar.[S1]

Aslında Osmanlılar, Haremeyn-i Şerifeyn’e hizmette bulundular. Ancak bu –Kurşun’un söylediği gibi- en güzel şekilde değildi. I. Selim, Memlükler devletini yıkmadan önce h.922/1516 yılında kendini Hadimu’l Haremeyn-i Şerifeyn ilan etti ve hedefinin Haremeyn’i ele geçirmek olduğunu açıkladı.[3]

Kurşun, Hicaz’ın işgali konusunda, bir noktayı gözden kaçırıyor. I. Selim, Şerif’in oğlunu gönüllü olarak gönderdiği iddiasının aksine daha fazlasını gerçekleştirmek üzere askeri bir operasyon gerçekleştirmeyi planlıyordu. Es-Sincari’nin Menaihü’l-Kerem isimli eserine göre I. Selim, Memlükler’in yıkılışının ardından kendisinden Mekke Şerifi’yle yazışmasını talep eden Hicazlı bir grup olmasaydı, Mısır’a bir ordu göndermeyi planlıyordu. Bunun ardından Şerif’le yapılan yazışmalarda oğlunu I. Selim’e göndermesi ve bağlılığını açıklaması talep edildi. [4]

Osmanlılar, Hicaz’ı ele geçirdiğinde, özerk bir yönetime sahip olan Mekke-i Mükerreme’yı denetlemek üzere Cidde’de bir sancak kurmakla yetindiler. Bu, Osmanlıların birçok ülkeyi ilhak etme ve yönetme politikasının bir parçasıdır. Osmanlılar, propagandalarının bir parçası olarak, Harem-i Mekki’deki Hanefi makamını yeniden onararak saltanatın resmi mezhebinin Hanefilik olduğunu teyit etme ve bazı maddi yardımlar yoluyla Haremeyn-i Şerifeyn ile ilgilenmeye başladılar.

Hicaz’ın işgalinden dokuz yıl sonra h.932/1525 yılında, Harem-i Mekki’nin saygınlığına zarar verecek faaliyetlerde bulundular. İbn Fehd kitabında bu konuyla ilgili şu cümlelere yer veriyor: “Mekke’de çirkin işler yaptılar. İnsanların evlerine saldırıp ailelerin hanımları da dahil olmak üzere herkesi evlerden çıkardılar. Halkın evlerine el koyup, mallarını yağmaladılar. İnsanlar yardım çağrısında bulundu ancak kendilerine Allah’tan başka yardım edecek kimse yoktu. Verdikleri zarar o derece arttı ki bölge halkı da yolcular da onlara beddua etmeye başladı. Eziyetlerine devam ettiler. Kadınlara açıktan kötülük etmeye başladılar. Çarşılardan yok pahasına yiyecek temin ettiler. Bazıları aldıkları karşılığında herhangi bir ücret de vermiyordu.” [5]

Hangi hizmet saygınlığı azaltır? Bunun ardından tarihi kaynaklarda ayrıntılı bir şekilde anlatıldığı üzere kutsal bölgelerde çok sayıda ihlal gerçekleştirdiler. Ancak buna rağmen Osmanlılar ve tarihçilerinin Haremeyn-i Şerifeyn’i imarın, bölgenin ileri gelenlerinin talep ve ısrarı üzerine gerçekleştiğini iddia ediyor. Restorasyon ve imar asgari düzeyde gerçekleştiriliyordu. Bunun nedeni ise özellikle de hicri onuncu asırda Osmanlılar tarafından yapılan bayındırlık faaliyetleri büyük bir dikkatle yürütülüyordu. Osmanlılara tabi olan radikal sûfiler, inşaat faaliyetleri konusunda gerçekçi olmayan bir bakış açısına sahipti. Bu aşırılık yanlısı sûfilere göre, bu şerefli yapı koruma altındaydı ve bu nedenle imar ve restorasyona ihtiyacı yoktu. O yüzden herhangi bir bayındırlık, bakım ve imar faaliyeti, farklı akımlar arasında düzenlenen çok sayıda toplantı, müzakere ve çatışmanın ardından asgari düzeyde gerçekleştiriliyordu.  [6]

Binaenaleyh Türklerin övünerek bahsettikleri Haremeyn-i Şerifeyn hizmeti ve yardımlar kusurlarla doluydu. Suudi Arabistan Krallığı’nın sunduğu hizmetlerle kıyaslanması mümkün değil. Tarihi kaynaklara göre Osmanlılar, ardından felaketler ve saygınlığı zedeleyen musibetler gelen hizmetler sundular. Hizmet konusunda verdiklerinden çok daha fazlasını alıp götürdüler. Tıpkı Fahri Paşa’nın (Fahrettin Paşa) Medine’deki ‘seferberlik’ hadisesinde bölge ahalisini sürgün etmesi gibi tarihi çok sayıda olayla Haremeyn-i Şerifeyn’in kutsiyetini ihlal etmelerine değinmiyorum bile. Fahri Paşa, Medine’deki yaklaşık 170 alim ve önde gelen ismi hapse attırıp onları Şam ve Anadolu’ya sürmüştü. Söz konusu kişiler Birinci Dünya Savaşı’nda esir konumuna düştüler. Sürgün, zorunlu göç ve kısıtlamalar gerçekleştirilirken, ahaliyi koruyan asker elleri, kendilerini yakalayan ellere dönüştü. Sokaklarda gördükleri kişileri tutuklarken kadın mı çocuk mu, yaşlı mı yoksa bir aile reisi mi olup olmadığını önemsemediler. Medine halkı tarafından anlatılan trajediler o kadar fazla ki bunu ne Fahrettin Paşa ne de Osmanlı tarihinin affettirebilmesi mümkün değil.

Mescid-i Nebevi minberinden başka bir yerde hutbeye çıkmayan Fahri, Araplara hakaretler eder ve onları hain olarak nitelerdi. Fahri, Hz. Peygamber’in Mescid-i Nebevi’deki hücresi ve kabr-i şerifini ve Harem-i Nebevi’nin avlusuna patlayıcılar döşeyip, üzerindeki baskı artıp çember daraldığında patlatma tehdidinde bulunmuştu.

Osmanlıların Harem-i Mekki’deki son dönemi, modern çağda Harem’i hedef alan en büyük saldırıya tanık oldu. H.1334/1916 yılında Şerif Hüseyin b. Ali isyanı olarak adlandırılan bu olayda koruyucu konumundaki Osmanlılar, Ecyad Kalesi’nden Harem-i Mekki’yi topçularla hedef aldılar. Yapılan topçu atışları Ka’be’deki Haceru’l Esved’in üst kısmına isabet etti. Fırlatılan ateş topları nedeniyle Ka’be’nin örtüsü tutuştu. Bombalarla revaklara zarar verdiler.[7]

Osmanlıların Haremeyn-i Şerifeyn’e hâkim oldukları dönemi dikkatle incelesek, Osmanlı hizmetlerini yücelten birçok çalışma, araştırma ve kitapla çelişen çok şey buluruz. Haremeyn’e hürmet göstermediklerini, kutsal mekanların saygınlığını zedelediklerini, haram kılınan birçok fiilde bulunduklarına tanık oluruz. Yukarıda verdiğimiz örnekler dahi durumun bu çalışmaların aksine olduğunu göstermek için yeterli. Tarihi bir inceleme Osmanlı döneminde Haremeyn’in uğradığı musibetlere daha çok ışık tutacaktır.

Kurşun’un Osmanlı Devleti’ne ait resmi belgelerle yetinmek yerine iyi bir tarih okuması yapmasını dilerdim. Bunlarla övünmek, tarihsel gerçekliği yansıtmıyor. Belge ve yazıların resmi perspektifi yansıttığı göz önüne alındığında tarihi gerçekliği temsil etmesi mümkün değil. Çünkü gizlenmek istenen değil, gösterilmek istenen tarih anlatılıyor.

Kuşun ve diğerlerinin yaptığı, doğal düzenin bir kısmını ortadan kaldıran bir ideolojiye göre politik güç üretme, Türkleri, aralarında Arapların da bulunduğu diğer milletlerden üstün gören bir aristokrasiye göre yaşama ve Osmanlıların yaptığı gibi başkalarının servetlerine dayalı bir hayat sürdürmeye dönüş girişimleri kapsamında kadim miras çağrısında bulunmaktır.

Dipnotlar

[1] Zekeriya Kurşun, el-Osmaniyyun ve Al Suud fi’l Arşifi’il Osmani 1745/1914, Beyrut: Daru’l Arabiyye li’l Mevsuat, 2005, 75.

[2] George Foster Sadler, Yevmiyyat Rihletun Abra’l Ceziretu’l Arabi 1819, trc: Adnan el-Avami, Beyrut: Daru’l İntişar el-Arabi,2016; Harford Jones Brydges, A Brief history of the Wahauby, Londra: JAMES BOHN, 1834, 105.

[3] İbn Tolun, Müfâkehetü’l-ḫillân fî ḥavâdis̱i’z-zamân; Muhammed b. İyas, Bedâʾiʿu’z-zühûr fî veḳāʾiʿi’d-dühûr.

[4] Ali es-Sincari, Menaihü’l-Kerem fî Ahbari Mekke ve’l-Beyt ve Vülati’l-Harem, thk: Macide Zekeriya, Mekke: Merkez İhya et-Turas el-İslami, 1998, c.3, 225-227.

[5] Carullah b. Fehd, Neylü’l-münâ bi-ẕeyli Bülûġi’l-ḳurâ li-tekmileti İtḥâfi’l-verâ, thk: Muhammed el-Hile, Mekke: Müessesetu’l Furkan li’l Turasi’l İslami, 2000,c.1, 357-362

[6] İbtisam Keşmiri, Mekketu’l Mukerreme min bidayeti’l hükmü’l Osmani ile nihayeti’l karni el-aşir el-hicri, Mekke: Camiatu Ummu’l Kura, 2001.

[7] Abdullah b. el-Hüseyn, Muzekkirati, Amman: Daru’l Ehliyye, 1989,114-116.

Şarkul Avsat

Zekeriya Kurşun’un ‘Suudilere Reddiye’ isimli yazı dizisine reddiye (1)

Zekeriya Kurşun’un ‘Suudilere Reddiye’ isimli yazı dizisine reddiye (2)