Lübnan Maruni Patriği Beşara Butrus er-Rai

Patrik Rai’nin hayali ve İslami desteğin yokluğu

Maruni Patriği Beşara er Rai’nin geçen 27 Şubat Cumartesi günü düzenlenen halk buluşmasında yaptığı ulusal konuşmanın önemi, hatta gerekliliği tartışılmaz. Bu nedenle konuşmasında yer verdiği ana noktaları tekrar hatırlatmayacak ve katılımcıların sayısı, aidiyetleri ve bölgeleri gibi formaliteler üzerinde durmayacağız.

Daha önce söylenmemiş bir içeriğe sahip olmamasına rağmen konuşmanın önemi, gerek krizin nedeninin gerekse çözüm yollarının belirlenmesi açısından kapsamlılığında ve netliğinde yatıyor. Belki de ilk kez Lübnan’ın tarihinde baskın bir ağırlığı olan bir mercii, parmağını var olan zorluğun özüne basarak (yani Hizbullah’ın silahı, dahili ve harici rolleri) kendisini böyle net ve cüretkar bir şekilde ortaya koyuyor. Çözüm olarak tarafsızlığı ve uluslararası konferansı öneriyor.

Patrik’in önerdiği çözümü reddedenlerin ve şüphe ile karşılayanların bir kısmı kendisini ihanet, bir kısmı da hayal olarak niteledi. İhanet suçlaması üzerinde durmayacağız. Çünkü artık eskidi ve modası geçti. 1950’li yıllardan bu yana Arap dünyasını dolduran ve birikmiş yenilgiler üretmekten başka bir şey yapmayan boş gürültünün yankısı olmanın ötesine geçmiyor.

Hayal tanımına gelince; uluslararası hukukun etkisiyle tarafsızlığa ulaşılması önerisi kastediliyorsa gerçekçi olabilir. Zira gerçekten de bunun önünde pek çok engel var. Yok, eğer devletin kendisi için seçtiği, vatansever ve popüler çoğunluğun ifade ettiği tarafsızlık kastediliyorsa bu yeni bir şey değil. Bu, bağımsızlığından bu yana bir dereceye kadar Lübnan’ın özelliği oldu. Lübnan, devletin iç ve dış politikada ılımlılık ve denge yolundan saptığı her defasında devrim, savaş, kargaşa ve huzursuzluklar yaşadı. Ülkenin şu an yaşadığı geçim sıkıntısı, kuruluşunun 100’üncü yıl dönümünde varlığını tehdit eden en zor kriz ile yüzleşmeye varan ve bir bütün olarak kurumları ve devleti ele geçiren zayıflık, bu tür bir sapmanın sonucudur.

Çatışmaların yoğunlaştığı ve huzursuzlukların alevlendiği bir zamanda yapılan tarafsızlık çağrısını, uygun bağlamına yerleştirmek daha doğru olacaktır. Uygun bağlamı ise Hizbullah’a açıkça ve doğrudan gönderilmiş, işlerin doğal ve alışılmış seyrine dönmesi için devlet ve karar mekanizması üzerindeki kontrolünün kalkmasından sonra devlet ve anayasanın geri alınması gerektiğini vurgulayan bir mesaj olduğudur.

BM himayesinde uluslararası bir konferans talebine gelince…

BM Sözleşmesi’nin Yedinci Bölümü kapsamında bir çözümü dayatmak için uluslararasılaşma tekerlemesi arkasına saklanılarak reddedilmesi doğru değil. Bu, Patrik’in sözlerini hedef almak ve geçersiz kılmak için sebepler üretmekten ve argümanlar uydurmak demektir.

Hizbullah’ın Patrik’in sahip olduğu Hristiyan meşruiyetinin bir kısmını sorgulamaya çalışarak sözlerine karşı çıkması doğaldı. Ancak ilginç olan, uluslararası konferans fikrini daha güçlü bir şekilde desteklemesi beklenen diğer güçlerin, uluslararası vesayete yol açabileceği bahanesiyle çekinceli görünmeleri ve krize gerçekçi alternatifler ve çıkış yolları sunmak için en ufak bir çaba sarf etmemeleriydi. Bu, devletin geri alınmasına yardımcı olacak her fırsatı boşa harcaması gibi Lübnan’ın son fırsatı da kaçıracağı anlamına geliyor. Fırsatlarla; Taif Anlaşması, 14 Mart 2005 Devrimi, 17 Ekim Devrimi, Fransız girişimi ve diğerlerini kastediyoruz.

Patrik’in konuşmasına verilen aleni desteğe rağmen, İslami güçler tarafından tam olarak benimsenmediği ve kucaklanmadığı izlenimi hakim olmaya devam ediyor. Bu gerçekleşseydi, Patrik’in konuşmasını değişim gücüne sahip bir siyasi duruma dönüştürecek bir ivme yaratabilirdi. Patrik Ra’inin bu iki önerisi, İslami liderlerle, özellikle de Sünnilerle daha fazla temas, koordinasyon ve anlayış ile güçlendirilebilirdi. Söz konusu liderlere önerilenin Arap derinliğinden uzaklaşmak olmadığı, arzu edilen tarafsızlığın kimlikten değil, bölgesel sorun ve çatışmalardan uzaklaşmak olduğu konusunda güvence verilebilirdi. Bu bağlamda Patrik Rai, Taif Anlaşması’na bağlılığını deklare edip uluslararası konferans talebinin hedefinin anlaşmanın uygulanması olduğunu vurgulayarak çok iyi yaptı.

Sünni İslami tarafın açık desteğinin gerekliliği ve kaçınılmazlığının yanı sıra Şii elit ve çevrelerinde Rai’nin önerilerinin sempatiyle karşıladığına dair somut göstergelerle birlikte Patrik’in konuşmasını yaptığı gün, İslam ve Dürzi bölgelerinden halk katılımı daha net ve açık olsaydı daha uygun olurdu. Bu gerçekleşmiş olsaydı, Lübnanlı Sünnilerin ve Dürzilerin büyük çoğunluğunun da tarafsızlığın zorlu krizden çıkışın bir yolu haline geldiği fikrini desteklediklerini kamufle etmek çok zor olacağı için, bu buluşma ve konuşmanın etkisi daha güçlü ve şiddetli olurdu. Ayrıca diğer Hristiyan dini mercilerin de şüpheli bir sessizliğe büründüklerini de belirtmeliyiz.

Bu gerçeklerden ve Patrik Rai’nin konuşmasından sonra işlerin vardığı noktadan yola çıkarak şu öncelikli soruları sorabiliriz: Bu konuşmadan sonra ne olacak? Açığa çıkardığı umulan ivmeyi korumak için atılması gereken sonraki adımlar nedir?

Gerçekçi yanıt, bir dizi olguyu hesaba katmayı gerektiriyor. Bunlardan en önemlisi de bugün yaşananları 2000’de Maruni piskoposlarının yayınladığı açıklama ile başlayan, 14 Mart 2005’e kadar kendisini takip eden olaylar ve aynı yılın nisan ayında Suriye ordusunun Lübnan’da çıkışı ile sonuçlanan süreç ile karşılaştırmaktan kaçınmaktır. Çünkü söz konusu dönem içeride ve dışarıda var olan siyasi durum ile bugünkü birbirinden farklı. 2005 yılında yerel düzeyde yaşananlar, Maruni piskoposlarının açıklamasıyla başlayıp kademeli olarak gelişen bir siyasi durumun gerçek meyvesiydi. Piskoposların açıklamasından sonra Cornet Chahwan’daki toplantı, ardından da bir yandan Refik Hariri diğer yandan Dürzi lider Velid Canbolat’ın şemsiyesi altında Bristol’daki toplantı yapılmıştı.

Dışarıya gelince; oğul George Bush başkanlığındaki ABD yönetimi, 11 Eylül 2001 olayları ve 2003 Irak Savaşı sonrasında bölgeye dahil olduğundan herhangi bir demokratik değişim konusunda hevesliydi. Buna ilaveten o dönemde Fransız cumhurbaşkanlığı makamında Refik Hariri’nin dostu Jacques Chirac vardı. Dolayısıyla bu iki dış faktör birlikte, Hariri suikastının ardından meydana gelen depremden doğan 14 Mart Hareketi’nin ifade ettiği aktivizme benzeri görülmemiş bir destek oluşturdular.

Bugün koşullar yerel, bölgesel ve uluslararası olarak tamamen farklı. Lübnan’da artık Refik Hariri yok ve bugün Saad Hariri’nin temsil ettiği Sünni meşruiyet – tabii bu tanım doğruysa- sarsıldı. Saad Hariri’nin verdiği tüm tavizler nedeniyle ancak asgari düzeyde mevcut. Yine de Saad Hariri halen bir yandan “Hizbullah” ile anlaşmaya varmaya, diğer yandan da Sünni-Şii anlaşmazlığından kaçınmak için diğer Sünni liderlerle uzlaşmaya çalışıyor. Dengeli Hristiyan taraflarla ise arzu edildiği gibi ilgilenmiyor. Bunlara ilaveten, zor ve karmaşık bir faktör daha var ki o da Hizbullah’ın İran ile bağlarına rağmen Lübnan’daki Şii dini grubu veya çoğunluğunu kontrol eden bir grup olmayı sürdürmesidir. Yani Hizbullah işgalci Suriye ordusu ya da aynı şekilde Suriye de doğru veya yanlış bölgesel yayılmacılığı, Büyük Şeytan adını verdiği ABD’ye yönelik açıkça meydan okumasıyla övünen ve gurur duyan İran değil.

Bu ve başka gerçekler bugünkü sahneyi 2005’ten farklı kılıyor. Bu da İslami destek olmadığı, Lübnan devletini kurtarmak ve hakkındaki yerleşik olumsuz imajı değiştirmek için ikisi birlikte dünyadaki karar merkezlerine yönelmediği müddetçe Patrik’in başlattığı harekete bağlanan umutları dizginliyor.

Açık konuşalım, özellikle Arap dünyasındaki hakim atmosferin bundan daha uygun olamayacağı göz önüne alındığında bugün top Sünni ve Şii olmak üzere Müslümanların sahasında. Diğer yandan, Hristiyanların 1970’li yıllarda Filistinlilerin Lübnan içerisinde devlete paralel bir güç haline gelmeleri sorununu çözme sorumluluğunu üstlendiklerinde yaşanan hata ve yanlışların tekrarlanmaması için de dikkatli olmalıyız. Söz konusu dönemde Müslüman liderlikler tıpkı şimdi olduğu gibi Hristiyanların arkasına saklanmış ve bunun sonucunda ülke uğursuz bir iç savaşa sürüklenmişti. Umarız bu trajedi tekrar yaşanmaz ve Lübnan devletini mezhepçilik değil vatandaşlık temelli devleti geri alma mücadelesi, tüm Lübnanlıların mücadelesi olur.

Şarkul Avsat

Sam Mensa