İslamcıların iftiraları

“İftiralar” kelimesi İslamcıların kitaplarında, makalelerinde ve metinlerinde, özellikle de oryantalistlere karşı neredeyse en sık kullandıkları kavramdır. Öyle ki bu aşırı kullanımlarından dolayı bu kelime, oryantalistlere yapışıp kaldı ve İslamcı yazarların çoğu için adlarının bir parçası haline geldi. Onlar için oryantalistler her zaman ve daim iftiracıdır. İftira, bütün oryantalistlerin ortak ve değişmez kimliğidir.

Makalenin başlığındaki iftiralar sözcüğünü, İslamcıların sık sık tekrarladıkları ünlü “oryantalistlerin iftiraları” başlığı ile retorik ile eşleşme amacıyla değil, aksine iftira kelimesi herkesten çok onlar için uygun olduğundan kullandım. İftira – ne yazık ki- onlar için bir metot ve doktrin, küçük büyük hepsinin peş peşe ortaklaşa dokudukları bir eylemdir. Onlar bu iddialarını kırklı yılların başında daha olgunluk ve mükellefiyet yaşına ermeden sunmaya başladılar.

İftira onların huyları ve bu konuda uzman olmalarına rağmen, neden birçok İslamcı iftira kelimesini oryantalistlere ve kendilerine muhalif olanlara karşı aşırı bir şekilde kullanıyor?

Bunun nedeni belki de Freud’un psikolojide yansıtma adını verdiği psikolojik hile ve mekanizmadır. Psikolojik yansıtma, bireyin hatalarını ve eksikliklerini diğerlerine yükleyerek kendisini koruduğu bir savunma mekanizmasıdır.

İslamcıların çoğu kendi dışındakiler için dini bir ifade olan sapkınlar nitelemesini kullanırlar. Onları dini anlamıyla sapkınlık, hak yoldan sapmakla suçlarlar. Bu nedenle ben de hakkı aslına döndürmek için, asıl –siyasi, kültürel ve bilgisel açıdan- sapkın olanlar ve insanları saptıranlar onlardır diyorum. Onlar Batı hakkında yazdıkları ile insanları kandırıp yanlış yola sevk ettiler. Siyasi Batı ile ilişkilerinin türüyle ilgili konuşmalarıyla yanılttılar. Görünürde Batı ile siyasi ilişkileri çatışmacı ve düşmanca bir ilişki, ama liderleri düzeyindeki gizlide ilişkileri hizmetçi ve takipçi ile efendisi, koruyucusu ve hamisi arasındaki ilişkidir. Liderlerinin siyasi Batı ile kurdukları bu küçük düşürücü ve itaatkâr ilişkideki asıl şaşırtıcı ve ilginç olan; 73 yaşına yaklaşmakta olmasına rağmen, yaşlanmamış ve özellikle son yıllarda halen canlılığın zirvesinde olması, damarlarında akan kanın genç olmasıdır.

Yine Arap ve İslam ülkelerinde hükümetler ve toplumlarının durumları hakkında yazdıkları ile de gerçekte hakikati çarpıtanlar da onlardır. Keza Arap ve İslam dünyasındaki edebiyatçılar, entelektüeller, siyasi ve entelektüel akımlar ve partiler hakkında yazdıklarıyla da. Aynı şekilde Batı’daki bazı siyasi akımlar, genel olarak kültür ve düşünce, İslam tarihi ve kendi tarihleri hakkında yazdıklarıyla insanları asıl yanıltanlar onlardır.

Bir önceki makalemde, Dr. Hamza el Muzeyni’nin İslamcılar ile Gladstone atfedilen cümlenin (Geri döndük, ey Selahaddin) doğruluğuna ilişkin tartışmalarında kullandığı eleştirel temanın kısırlığından bahsetmiştim. Söz konusu makalemde İslamcıların Gladstone’a atfettikleri bu ibarenin, bir yığın içinden sadece bir örnek olduğuna işaret etmiştim.

Bu makalede ise bu yığın arasından bir başka ibare seçeceğim, Amerikalı bir akademisyene atfedilen yanlış bir ibareden bahsedeceğim. Kendisini seçmemin nedeni, bazı İslamcı kitap ve makalelerin kendisine atfedilen bu ibareyi Celal el Alem’in Kadat el Garb yakulun: Demmirul İslam ve ebidu ahlahu (Batılı liderler diyor ki: İslam’ı yok edin ve mensuplarını ortadan kaldırın) adlı kitabına dayandırmalarıdır.

Dr. Hamza el Muzeyni’nin İslamcılar ile Gladstone’a atfedilen ibarenin doğruluğuna ilişkin tartışmaları hakkında eleştirel bir inceleme sunduğum ‘Hamza el Muzeyni ve Ömer Farruh’a şiddetli karşı çıkışı’ adlı makalemin başında, yukarıda bahsettiğim kitabı da zikretmiştim. Ayrıca Sefer el Havali’nin laiklik üzerine hazırladığı yüksek lisans tezinin Gladstone’a atfedilen bu ibareyle ilgili bölümlerinde bu kitabı dayanak gösterdiğini de belirtmiştim. Söz konusu makalede yine kitabın, Batı’ya, tarihine ve İslam dünyası ile bugününe karşı bir siyasi ve ideolojik yayın olduğunu söylemiştim. Bu makalede de şunu ekliyorum; söz konusu kitap, Sultan Abdulhamid’in tahtından indirilmesinden ve Osmanlı halifeliğinin geçmiş on yıllarda İslami uyanışın yaşanaklarında, eğitim, kültür ve ideolojik nüfuz alanlarında ilga edilmesinden bu yana İslam dünyasının yöneticilerine karşı hoşnutsuzluk, öfke ve düşmanlık alevlerinin körüklenmesine katkıda bulunmuştur. Kendi alanında kitap yeni bir şeyden bahsetmese de tehlikeli olmasının ve İslamcı yazarların çoğu üzerindeki etkisinin büyüklüğünün nedeni, fanatiklik, radikallik ve nefret duygularını uyandıran, harekete geçiren propagandacı, düşmanca ve içgüdüsel bir bildirge üslubuyla yazılmış olmasıdır. Çocuk ve genç, orta yaşlı ve yaşlı olsun Müslümanlarda bu duyguları tahrik etmesidir. Yine bu kitap, okumayı sevmeyenler için bile kolayca yutabilecekleri konsantre bir hap gibidir.

Kitap orta kalınlıkta ve 63 sayfadır, ilk olarak 1974’te Lübnan’da basılmıştır. Birinci baskısı o kadar çok ve çabuk satılmıştır ki, ikinci baskısı 1975, üçüncü baskısı da 1976 yılında yapılmıştır. Bunları yetmişli yılların ortasından seksenler boyunca ve bugüne kadar devam eden diğer baskıları takip etmiştir.

Kitabın yayıncısı bilinmiyor. Yazarı önsözün sonunda kitabını Trablus’ta 15.08.1974’te yazdığını belirtiyor. Kendisi Suriye’nin Humus şehrinden bir İslamcı ve gerçek adı, Abdulvedud Bessam Yusuf. Şam’da şeriat ve tarih okumuş. Yüksek lisansını Kahire’deki Ayn Şems Üniversitesi’nde tarih dalında yapmış. Ondan önce Şam’da Müzeler ve Tarihi Eserler Müdürlüğü’nde müfettiş olarak çalışmış. Ardından Merkezi Teftiş Kurumu’nda yine müfettişlik yapmış. Suriye’deki Baas hükümetine karşı kendini devrimci siyasi İslam çalışmalarına adamak için 1971 yılında devlet memurluğundan istifa etmiş. Bir dönem Lübnan’da yaşamış. Burada da muhalif faaliyetlere dalmış. 1980 yılında tutuklanıp Suriye’de cezaevine gönderiliyor ve bundan sonra da izi kayboluyor. Büyük olasılıkla Suriye cezaevlerinde öldürülüyor. Şu anda kitabı asıl adıyla ve “el Dımaşki” künyesi eklenmiş olarak yayınlanıyor.

2000 yılından önce veya sonra internette kendisini araştırdığımda, Müslüman Kardeşler’den değil de Hizb-ut Tahrir el İslami örgütünden olduğunu dair bir bilgiye rastlamıştım. Bu bilginin doğruluğundan emin değilim, ama Kanu Hamacen: Kıssa Tavila (Bir zamanlar barbarlardı: Uzun Hikaye) adlı İslami romanı bu bilgiyi destekleyebilir.

Abdulvedud Yusuf adıyla yayınladığı bu romanın, yayın tarihi olan 1970’ten 300 yıl sonra geçen ütopik bir konusu var. Romanda anlatıldığına göre, 300 yıl sonra Ahir Zaman medyası tam saat 7’de müminleri bir müjde beklediğine dair bir haber yayınlar. Saat tam 7’ye beş kala Emiru’l Müminin televizyona çıkar ve onu görmeleriyle müminlerin içine bir sevinç dolar. Ardından Emiru’l Müminin bir konuşma yapar ve hilafet devletinin insanlığa yararlı icatlarını sürdürdüğünü, hilafetin bilim adamlarının arı şeklinde bir otomobil icat ettiklerini ve bunların hilafet devletinin dört bir yanındaki kardeş ve bacılara dağıtılacağı müjdesini verir.

Bu otomobiller, bilindik otomobiller gibi yollarda gitmek yerine havada uçmakta, ama hiçbiri diğerine çarpmamaktadır. Diğerinin yaklaşması halinde otomatik olarak aradaki mesafeyi açmakta, soyu tükenmiş barbar halkların ürettikleri petrol ile çalışan eski araçlar gibi olmayıp, temiz enerji ile çalışmaktadır.

Romanda olduğu gibi soyu tükenmiş barbar toplumlar, hilafet dönemi öncesinde var olan cahiliye çağlarının gölgesinde yaşamış insanlardır. Hilafet devleti insanlara söz konusu toplumları ve çağları hatırlatan bir film de hazırlamış ve adını Diktatörlükler koymuştur. Romana göre, hilafet devleti kurulduğunda diktatörlük kelimesi dünyadan silinmiş, öyle ki hilafet devletinin dünyanın dört bir yanına dağılmış tebaası diktatörlüğün ne anlama geldiğini bilmez olmuş.

Romanda tüm dünyayı yöneten halife, halkı uyuyana kadar uyumaz, onlar doyana kadar kendisi yemezmiş. İnsanlar her hafta Mevdudi Müzesini ziyaret ederlermiş. Hilafet devleti, o ve kardeşleri, barbar cahiliyeyi ortadan kaldırmak ve İslam hilafetine davet etmekte gösterdikleri çaba ve cihat ile bir sembole dönüştükleri için adını ölümsüzleştirmek istemiş ve bu müzeyi tesis etmiştir.

Yazarın İslam halifeliğinin kaçınılmaz dönüşüne dair bu saplantılı ve fanatik bağlılığı, “Batılı liderler diyor ki: İslam’ı yok edin ve mensuplarını ortadan kaldırın” kitabının başında yer alan ‘Çığlık’ başlıklı bölümünde de tekrarlanıyor. İslam hilafetinin dönüşüne dair bu saplantısı, ancak bir Hizb-ut Tahrir mensubunda görülebilir. Ama dediğimiz gibi yazarımız aynı anda Hizb-ut Tahrir ve Müslüman Kardeşler mensubu da olabilir.

Celal el Alem’in gerek söz konusu kitabı ve romanının aşıladığı kavramların, Sahvacıların (Uyanışçılar) zihinlerine ne kadar yerleşmiş olduğunu teyit etmek için okurlar, İslamcılar arasında tanınmış bir Sahvacı Suudi Arabistanlı şair olan Abdurrahman Salih el Aşmavi’nin daha geç bir tarihte, 16 Ocak 2000’de “el Cezire” gazetesinin 9971’inci sayısında “Bir zamanlar barbarlardı” başlığıyla yayınlanan makalesine bakabilirler. Aşmavi söz konusu makalesinde, fantastik veya ütopik olmaktan ziyade abartılı, fanatik ve hastalıklı olarak nitelediğim bu roman ve içeriğinden halen övgüyle bahsetmektedir.

Şair Aşmavi romanı şu sözlerle tanıtıyor: “Roman, bir gerileme döneminden sonra İslam’ın dünyanın dört bir yanına yayılması fikrine dayanıyor. Bu gerileme dönemini yaratan, sömürgeci saldırılar ya da daha doğru bir ifade ile, genel olarak dinlerin ve özelde İslam’ın izlerini insanların hayatlarından silmeye çalışan ve çalışmaya devam eden Batılı yıkıcı saldırılardır.”

Romanı tanıtırken başvurulan şu kandırmacaya bir bakın, oysa romanın ana fikri Aşmavi’nin bahsettiği genellemeyi hiçbir şekilde taşımıyor. Aksine, kaçınılmaz olan İslami hilafetinin dönüşü, Arap ve İslam dünyası ve tüm dünyada – yazarının deyimiyle- barbar cahiliye rejimlerin ortadan kalkması fikrine dayanıyor.

Bir de şu “genel olarak dinlerin ve özelde İslam’ın izlerini kaldırmaya çalışan Batı” ifadesine bakın; tam anlamıyla Celal Alem’in ütopyasını, romanı ve kitabındaki üslubunu kırpan bir ifadeden başka bir şey değil.

Celal Alem ayrıca Fransa’ya özel “Sevret el nisa: Uzun hikaye” adında aptalca bir roman da yazmış. Romanın sonunda çalışan kadınlar, cinsel istismar nedeniyle işverenlerine karşı ayaklanırken, kadınlar da aşıkları ile ilgilenip kendilerini ihmal ettikleri için eşlerine karşı ayaklanıyorlar.

Yazılmış bir kitaptan ziyade bir yayından ibaret olan “Batılı liderler diyor ki: İslam’ı yok edin ve mensuplarını ortadan kaldırın” kitabının temel düşüncesi ise şuna dayanıyor; Batı ile İslam halkları arasındaki ilişkilerin tarihini takip edenlerin, Batı’nın kalbini İslam’a karşı delilik derecesinde bir acı nefretin doldurmuş olduğunu keşfetmeleri kaçınılmazdır. Bu nefrete, Avrupa ruhunun en uzak noktasına kadar işlemiş korkunç bir İslam korkusu eşlik etmektedir. Bu nefret ve korku, Batı medeniyetinin İslam halklarına karşı bugüne kadarki duruşunu siyasi ve ekonomik olarak netleştiren en önemli faktörler arasındadır.

Okuyucusuna bu iddiasının delillerini sunmadan önce de yazar büyük bir güvenle şöyle devam ediyor; “Liderlerinin açıklamaları, Batı ve tüm ulusal dalları ve politik renkleri ile medeniyetinin İslam’a karşı değişmeyen bir duruş benimsemiş olduklarına tanıklık edecektir. Batı İslam’ı yıkmak ve acımasız bir şekilde halklarının varlığına son vermek istiyor.”

Ardından bize, Batılı liderlerin geçmişte “korkunç Haçlı Seferleri aracılığıyla İslam’ı yok etmeye çalıştıklarını, ancak İslam ülkelerine saldıran milyonluk ordularının bunda başarısız olduklarını” ve “daha sonra yeniden canlanmak ve kalkınmak için planlar yaptıklarını, bizlere modern orduları ve yeni fikirleri ile döndüklerini, amaçlarının yine İslam’ı yok etmek olduğunu” anlatıyor.

Batılı liderler neden İslam’ı yok etmek istiyorlar?

Bu sorunun cevabını kitabın önsözünde değil ilk bölümünde buluyoruz. Bunu istiyorlar çünkü İslam, Müslümanların tek güç kaynağı. Bu yüzden Batılı liderler: “Onu kontrol edelim. İslam bizi korkutuyor. Bizi yutmaması için tüm gücümüzü onu yok etmeye seferber ediyoruz” diyorlarmış.

İslam’ı yok olmakla, halklarını da ortadan kaldırmakla tehdit eden bu tehlike karşısında, müstear isimli yazar ve meçhul yayıncı, Müslüman lider ve önderlere sesleniyorlar. Onlara dünyevi bir teşvik, İslam ve Müslümanların düşmanı Batılı bilim adamları ve politikacıların hem fikir oldukları seküler bir kanıt da sunuyorlar; İslam ile -dünyanın bilim adamları ve politikacılarının dediği gibi- tüm dünyaya hakim olabilirsiniz, hal böyleyken neden tereddüt ediyorsunuz?

Dr. Hamza Muzeyni, Goldstone’a atfedilen ibarenin izini sürüp çağdaş İslami literatüre giriş tarihini araştırırken ve bu tarihi, geçen yüzyılın ortaları olarak belirlerken, Celal Alem’in kitabının varlığından habersizdi. Oysa bu kitap, söz konusu ibarenin Arap İslamcılar arasında görülme tarihini belirleme açısından son derece önemlidir. Aynı zamanda İslamcılar ve yetmiş ile seksenli yıllarda yazarların çoğunun arasında yayılmasının temeli ve birinci dayanağıdır.

Hamza Muzeyni, Goldstone atfedilen ibarenin ünlü formatını, Arap formatı olarak adlandırılıyor. Oysa Arap İslamcılar arasında yaygın format, bir önceki makalemde açıkladığım gibi Hint formatıdır ve Ömer Farruh tarafından Pakistanlılardan nakledilmiştir. Muhammed Esed’in “Yolların Ayrılış Noktasında İslam” adlı kitabını çeviren Ömer Ferruh, 1951 yılında yayınlanan kitabın üçüncü baskısında söz konusu formata yer vermiştir.

Hamza Muzeyni’nin söz konusu ibarenin izini sürerken zikrettiği Mahmud Şit Hattab’ın askeri eğitimle ilgili tezinde yer verdiği format ise, ibarenin Türkçe formatına daha yakındır.

Devam edecek…

*Ali Amim- Suudi gazeteci ve yazar

Şarku’l Avsat