DEAŞ’ın Avrupalı çocukları

Gerek Irak gerekse Suriye’de DEAŞ’tan kurtarılan bölgelerde acı bir gerçeklik var. Şehirler, kasabalar ve köyler, bu bölgeleri işgal ettikleri sırada terörist savaşçılar tarafından ve bu işgali sona erdirmek için onları bombalayan uçaklar tarafından tahrip edildi.

Savaş her türüyle çirkindir ve sayısız fiziksel, yapısal ve psikolojik hasar bırakır. Gelgelelim DEAŞ’a karşı savaş arkasında durumun çirkinliğini daha da artıran özel görüntüler bıraktı.

İlk kurbanlar, DEAŞ’ın işgal ettiği ve orada en iğrenç suçları işlediği, DEAŞ’tan kurtarılmalarından sonra da dünyanın ihmalinin kurbanı olan şehir ve kasabaların halkı.

Musul ve Rakka gibi şehirler, uluslararası koalisyonun vaat ettiği gibi yeniden inşa için destek almadılar.

Keza DEAŞ unsurlarının bu bölgeleri ele geçirmesine izin veren ve bundan sorumlu olanlardan da hesap sorulmadı ve sorulmayacak da. Zira DEAŞ’ın ortaya çıkmasına ve Irak ile Suriye toprakları üzerindeki kontrolüne yol açan başarısızlığın seviyeleri, bu ülkelerin sınırlarının çok ötesine uzanıyor.

DEAŞ lideri Ebu Bekir el Bağdadi’nin Suriye’de öldürülmesinden ve örgütün önemli ölçüde zayıflatılmasından bir buçuk yıl sonra, göz ardı edilmemesi gereken çok sayıda kalıntı var.

Bu bölgeler yeniden kalkındırılmadan ve toplumları canlandırılmadan öylesine bırakılamaz, çünkü birincisi, burada yaşayanlar yaşamayı hak ediyorlar, ikincisi burada bırakılacak herhangi bir boşluğu, DEAŞ veya başka bir karanlık örgütün sloganlarıyla ikinci bir terörist grup doldurabilir.

Bu bölgeler ne kadar ihmal edilip, koşulları ele alınmaz ve iyileştirilmezse, sorun da o kadar büyüyecek ve burada yaşam çarkını yeniden harekete geçirmek o kadar zor olacak. Bu bölgeler, her iki ülkedeki planlama görevlilerinin yanı sıra DEAŞ ile Mücadele Uluslararası Koalisyonu’na üye devletlerin de önceliği olmalı.

Suriye hala iç savaş felaketinden mustarip olsa da, DEAŞ’tan kurtarılan tüm bölgeler şu anda devletin yetkisi altında olduğu için Irak’ın bu bölgeleri yeniden inşa edebilmesi gerekiyor, ancak Irak’ta yeniden inşa süreci hala yavaş ve bazı alanlarda neredeyse hiç başlamadı.

Papa Francis’in iki hafta önce Musul’u ziyareti kurtuluşunun üzerinden yaklaşık 4 yıl geçmesine rağmen, Eski Musul’daki yıkımın boyutunu gösterdi. Papa Francis’in yıkılan kiliselerin önünde duruşunun ve yaptığı barış ve sevgi çağrısının amacı, tarihin bu sayfasının henüz kapanmadığı ve buna dikkat edilmesi gerektiğini hatırlatmaktı.

DEAŞ’ın kalıntıları arasında terör örgütüne bağlı savaşçılarının aileleri de var. Iraklı aileler – tahminen on binlerce – üç gruba ayrılıyorlar; birinci grup tutuklu olanlar, ikinci gruptakiler aşiretler sorumluluklarını üstlendikleri için serbest bırakılanlar, üçüncü gruptakiler ise bazılarının bu konudaki ciddi çekincelerine rağmen, öyle ya da böyle, içinde bulundukları topluma yeniden entegre olanlardan oluşuyor.

DEAŞ militanlarının Suriyeli ailelerine gelince, çoğunluğu Suriye hükümetinin kontrolü dışındaki bölgelerde bulunuyorlar. Bazıları Suriye Demokratik Güçleri olarak bilinen Kürt güçleri tarafından kontrol edilen kamplarda yaşarken, diğerleri bilinmeyen bir yere gittiler. Bu da endişeleri artırıyor.

Örneğin Baguz kasabası kurtarıldığında el-Hol kampında yaklaşık 10 bin kişi varken, şu anda içinde 60 ila 70 bin kişi var ve bunlar arasında on binlerce çocuklukları çalınmış ve geleceği meçhul çocuk bulunuyor. Bu olgu nasıl göz ardı edilebilir? Bunlar insan ve asgari haklara sahip olmalılar. Bu insanlara yardım etmek için dünyamızın insan hakları mantığı yeterli gelmiyorsa, bu kampa komşu ülkelerin yanı sıra kendi vatandaşları olmalarına rağmen bu kişileri terk eden ülkelerin güvenlik menfaatlerinin dayattığı bir mantık var. Yoksunluk, zulüm ve baskı bu kişileri gelecekte şiddete itecek katalizör görevi görebilir.

Ama daha karmaşık bir mesele var ki, bu da, DEAŞ’ın yabancı savaşçılarının, özellikle de Avrupalı savaşçılarının aileleri ve çocukları meselesi. Güvenlik görevlileri ve diplomatlar bunun bir “saatli bomba” olduğunu kabul ediyorlar ancak hiç kimsenin bu sorunla başa çıkacak etkili bir stratejisi yok. Bu çocuklar ebeveynlerinin davranışlarından dolayı lanetlenmiş durumdalar, ama kendilerinin seçmedikleri ebeveynlerin hatalarının ceremesi bu çocuklara yüklenemez.

15 yaşındayken yani yasaların gözünde daha çocuk sayılan bir yaşta DEAŞ’a katılan Şamima Begüm bunlardan biriydi ve davası epey ünlenmişti. Terör örgütü yenilgiye uğratıldıktan sonra 21 yaşında olan Begüm, pişman olduğunu iddia etmiş ve İngiltere’ye dönmek istemişti. Fakat İngiliz hükümeti bunu reddetmiş, İngiltere’ye dönememesi için de kendisini İngiliz vatandaşlığından çıkarmıştı. İngiliz Yüksek Mahkemesi de Begüm’ün dönüşünün önünü kapatan 26 Şubat’taki kararı ile hükümetin bu kararını desteklemişti. Begüm’ün davası Batı’da medyanın büyük ilgisini çekmişti, ancak kendisinden daha acil olsa da dikkat çekmeyen bir sorun var; o da Avrupalı ​​bir anne veya babadan doğan ve Suriye’de mahsur kalan çocuklar sorunu. Baguz’da mahsur kalan 13 yaşında Abdullah adındaki çocuk gibi bu çocuklardan bazıları yetim. Pakistan asıllı bir İngiliz vatandaşı olan annesi Abdullah 7 yaşındayken onunla birlikte DEAŞ’a katılmak için kaçmış. The National gazetesinin kendisiyle röportaj yaptığı bu yetim çocuk suçsuz bir şekilde hapishanede büyüyor. O ve onun gibi birçok çocuk hapishanede büyük tehlikeler içinde yaşıyorlar. Hapishanede yaşayan ve büyüyen bir çocuğu çevreleyen tehlikeleri de birçok okur çok iyi biliyordur.

İngiltere ve diğer Batılı ülkeler, yetişkin DEAŞ takipçilerini yargılamak veya rehabilite etmek, çocuk olanlara da bakmak, onları hapishane ve kamplarda büyümenin tehlikelerinden uzak tutmak için sorumluluklarını üstlenip onları ülkelerine iade etmek konusunda isteksiz davranıyorlar. Buna karşılık Belçika 5 Mart’ta 12 yaşın altındaki çocuk vatandaşlarını Başbakan Alexander de Croo’nun deyimiyle  “gelecekte terörist olmamaları için” Belçika’ya iade edeceğini duyurdu.

Bazı Avrupalı ​​yetkililer, DEAŞ’ın mahsur kalan çocuklarını ya da çocuk yaşta kandırılıp DEAŞ saflarına katılanları, gelecekte terör unsurlarına dönüşebilecekleri endişesiyle ülkelerine iade etmeyi gündeme getiremeyeceklerinde ısrar ediyorlar. Şüphesiz, bu mevcut bir risk. Ancak söz konusu tutum bu ülkelerin aynı zamanda, “masum olduğu kanıtlanana kadar suçlu” ilkesini benimsedikleri ve bunu binlerce insana uyguladıkları anlamına da geliyor. Oysa onları mahkum etmek yerine, rehabilite etme ve yakından takip etmeye çalışmalılar. İhmalin doğuracağı tehlike, tamamen kontrolden çıkmadan önce bu olgunun üstesinden gelmek için planlı politikalar geliştirmenin taşıyacağı riskten çok daha büyüktür.

Şarkul Avsat

Mina Ureybi