Sonunda, Lübnan’daki İran statüsü üzerindeki Hristiyan perdesi çekildi

“Geç ulaşman hiç ulaşmamandan daha iyidir.” Bu, Maruni Patriği Bişara er Rai’nin Batı Hristiyan dini grupların Paskalya Bayramı vesilesiyle dün yaptığı konuşmayla ilgili sosyal medyada yapılan yorumlar arasında okuduğum en güzel yorumdu.

Patrik’in Hizbullah’ın Lübnan üzerindeki hegemonyasından, kurumlarını felç etmesinden, hükümetin kuruluşunu aksatmasından, vatandaşlarına, siyasi ve dini liderlerine danışmadan iflas etmiş ve yarı aç ülkeyi bölgesel savaşlara sürüklemesinden bahsettiği videonun yankıları daha devam ederken, üstüne bu son konuşması geldi. İkisi arasındaki farka gelince, Patrik’in bazı Hristiyan dini figürler ile görüşmesinden kaydedilen bir video yerine, Lübnan’ın içinde bulunduğu korkunç çöküş ve çaresizliğin arka planında Hristiyanlar için sembolik ve özel bir bayram vesilesiyle doğrudan halka seslenmesiydi.

Bu birinci fark, en az onun kadar önemli ikincisi ise, Patrik’in sözcükleri dikkatle seçilmiş, açık ve net bir şekilde yapılmış konuşmasının, Hizbullah’ın Genel Sekreteri Hasan Nasrallah’ın televizyonda arka arkaya yayınlanan iki konuşmasından sonra yapılmış olması. Bu iki konuşma, siyasi kurumları bir vitrin, yargısı bir zaman kaybı, ekonomisi ölü bir beden haline gelen bir ülkede gerçek otorite sahibinin ve son sözü söyleyenin kimliği hakkında hiçbir şüpheye yer bırakmadı. Bu noktada, hükümetin kuruluşu engellerle karşılaşır, Lübnanlılar açlıktan kıvranır ve Kovid-19 salgını onları kuşatırken, Nasrallah’ın bu iki konuşmasının ve dikteci bir biçimde direktif veren tonlamasının, son çekinceleri de ortadan kaldırdığını ve ipi kopardığını iddia ediyorum.

Evet, Patrik Rai’nin haftalar önce yaptığı tarafsızlık ve uluslararasılaşma çağrısı Lübnan krizinde önemli bir sıçrama tahtası oluşturdu. Bununla da kalmayıp, selefi Patrik Nasrallah Sfeir’in Şam rejimi ve Şubat 2005’e kadar varlığını koruyan Suriye-Lübnan güvenlik aygıtı karşısında sergilediği cesur tavrını hatırlattı. Öyle ki Patrik Sfeir, Papa İkinci Ioannes Paulus’un Mayıs 2001’deki Suriye ziyareti sırasında düzenlenen resepsiyona katılmamak için Suriye’yi ziyaret etmekten bile imtina etmişti.

Öte yandan, Patrik Sfeir’in 2005’te Refik Hariri suikastını müteakip halkın sokaklarda başlattığı bağımsızlık devriminin, dönemin cumhurbaşkanı Emil Lahud’u devirmesine izin vermemesi gibi, Patrik Rai de halihazırdaki Cumhurbaşkanı Mişel Avn’ın devrilmesine veya kendisine doğrudan istifa çağrısı yapmaya ısrarla karşı çıkıyor. Her ne kadar bu iki karşı çıkış, tüm bileşenleriyle Lübnan sokağının dayanışmasına büyük zararlar verse de, Hristiyan ve Marunilerin siyasi vicdanında cumhurbaşkanlığının özel konumunun, değerinin ve aralarındaki bağın her iki durumda ortaya çıkan karşı çıkışın arkasındaki neden olduğu aşikar. Patrik Sfeir’in cumhurbaşkanı Lahud’un devrilmesini ret etmesi, 2005 devrimi bileşenlerinin kafasının karışmasına, beşinci kolun kolayca aralarına sızmasına ve karşı darbe yapmasına yol açmıştı. Aynı şekilde Patrik Rai’nin Avn’ın devrilmesine muhalefeti de Ekim 2019 devriminin hedeflerine ulaşmadan yok olmasına ve kendisine katılan güçlerin dağılmasına yol açtı. Çeşitli beşinci kolların onları parçalayıp bitirmesine izin verilmesine neden oldu. Bu beşinci kolların başında da fiili işgal gücü yani Hizbullah, devrimi meşrulaştıran ve ateşleyen feci sosyal koşulların yarattığı aynı ivmeyle protestolar düzenleme yeteneğini zayıflatan Kovid-19 salgını geliyor.

Patrik Rai’ye dönecek olursak, daha önce Avn’a sunduğunu düşündükleri Hristiyan siyasi kalkan için onu açıkça ve üstü kapalı eleştirenler vardı. Zira Avn, Hizbullah ile anlaşmış ve – kendi deyimiyle- BM’nin 1559 sayılı kararı ile ABD Kongresi’nin “Suriye’den Hesap Sorma” yasasının manevi babasından, Hizbullah’ın adayına, Lübnan’da temsil ettiği statünün müttefikine, hatta 2011’de patlak veren Suriye devriminden sonra Beşşar Esed rejimiyle dayanışma içindeki ortağa dönüşmüştü. Patrik Rai’nin kendisinin Suriye devriminin doğruluğunu sorgulayanların ve “onun yerine geçecek herhangi bir alternatifin daha kötü olacağı” gerekçesiyle  Esed rejiminin devrilmesine karşı uyaranların başında gelmesi, bu izlenimi veya kanaati pekiştiriyordu. Nitekim Patrik Rai, devrim sonrasında Fransa’ya düzenlediği ilk ziyareti sırasında bu görüşünü uluslararası çevrelere fiilen iletmişti.

Bundan sonra, bilindiği üzere Suriye’de gerçek devrimciler kuşatılmaya ve zayıflatılmaya başladı. Bu arada, devrimi rehin almak, bastırmak ve durdurmaya çalışmak için bölgesel ve uluslararası güçler arasındaki rekabet yoğunlaştı. Bölgesel güçler devrimcilerin taleplerini kullanmaya ve bunları kendi ideolojik gündemlerine hizmet etmeleri için yönlendirmeye karar verdiler. Bu arada rakip güçler, gerçek devrimcilere karşı esasında “devrimi ihraç etme” misyonuyla görevlendirilmiş mezhepçi silahlı milisleri sahaya sürmeyi tercih ettiler. Büyük oyuncular ise  göç ve sığınma sorununa rağmen  Suriye’nin “halk devrimi” durumundan “iç savaş” durumuna geçmesiyle rahatladılar. Kaynağı belirsiz DEAŞ terör örgütü, uzun bir süredir “posta kutusu” ve “sınır muhafızlığı” görevlerini birleştiren bir bölgesel işlev gören rejimi muhafaza etmek için kendilerine gerekçe sunana kadar beklediler.

Ilımlı, liberal ve ilerici Suriyeli güçlerin ve figürlerin gerilemesi, Suriye sahnesinden uzaklaşıp kendisini Rusya, İran ve Türkiye arasındaki Astana mutabakatından önce İslamcılık bayrağı altında savaşan milislere bırakmak zorunda kalmalarından sonra, bazı Lübnanlılar Patrik Rai’nin haklı ve görüşünün doğru olduğuna kanaat getirdiler.

Ancak bu kanaate ulaşılmasına, Lübnan’daki İran statüsüne bağlı aygıtın, daha önce Suriye’de yaptığı gibi düzmece radikal örgütler kuran, onlara yardım eden ve iş birliği yapan rolü de yardımcı oldu.

Başka bir deyişle, Lübnan’daki İran statüsü radikalliği kendi istediği gibi yeniden tanımlamayı ve mezhepleştirmeyi başardı. Bir radikal grubu “kutsallık” halesiyle kuşatırken yine kendisinin yarattığı veya en azından desteklediği, silahlandırdığı, kendisini korkuluk olarak kullandığı (Suriye ve Irak’ta ne kadar yararlı olduğunu gösteren DEAŞ modeli gibi) bir başka grubu şeytanlaştırdı. Bunun sonucunda, Barack Obama ve bir dereceye kadar Donald Trump dönemlerinde gördüğümüz gibi, ABD’nin güvenlik politikalarının birinci hedefi, İran ile anlaşmayı, düşmanlıklarına ve bölgesel yayılmacılığına göz yummayı gerektirse de DEAŞ ile savaşmak oldu. Değişen en önemli şey – ki bunun Maruni Patriki’nin düşüncesinin özünde yer aldığını düşünüyorum- esasında Levant bölgesinin yumuşak karnı sayılan Lübnan’ın ekonomik ve politik çöküşüydü. Dini ve mezhebi zenginliğe, kırılgan bir yapıya, büyük bir kültürel çeşitliliğe, kadim göç ve tehcir mirasına sahip olan Lübnan, sonunda uçurumun eşiğine geldi. Dolayısıyla, devleti yok sayan, ekonomiyi yıkan, demografik yapıyı değiştiren silahlı bölgesel mezhepçi işgale sessiz kalmak artık mümkün değil. Patrik’in mesajının özü tam olarak bu.

Deneyimlerin gösterdiği gibi, Lübnan Soğuk Savaş günlerinde Arapların Hanoisi rolünü oynayacak nitelikte değildi. Aynı şekilde ne bugün ne de yarın, mevcut demografik yapısıyla Velayet-i Fakih planının bir parçası, Akdeniz’deki limanı olmaya da uygun değil. Lübnan’daki İran statüsünün uygulamak istediği bu planın, yeni bir demografik yapıya ihtiyacı var, bu nedenle artık kendisini kamufle etmek veya sessiz kalmak mümkün değil.

Şarkul Avsat

İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı