Filistin’deki acı dolu sahnenin tekrarını önlemek için zihinlerde gelecekteki adımları dikkatli bir biçimde hesaplama yönünde radikal bir değişim konusunda umudumuz yok
1930’lu yılların ortalarındaki erken devrimlerinden itibaren Filistin halkının talihsizliğinin çağdaşı olan iki veya üç kuşaktan sonra gelen bir Arap kuşağının mensubuyum. Filistin topraklarında İsrail devletinin kuruluşu ve varlık göstermesi tehlikesi otuzlu yıllarda başlamıştı. 1917’deki Balfour Deklarasyonu bilhassa hem Araplar hem de Filistinliler açısından, Yahudiler için bir ulusal vatan kurmanın açık ve net bir hedef olduğuna dair erken bir uyarıydı. Direniş tarihi boyunca Filistin halkının liderliğini çeşitli vatansever ve dini figürler üstlendi, bunların belki de en ünlüsü, çabaları Berlin’e kadar ulaşan Müftü Emin el-Hüseyni idi.
Filistin halkının davası, Yahudilerin Birinci Dünya Savaşı’nda Almanlara ihanet ederek savaşı kaybetmelerine neden oldukları inancından hareket ettiği için Nazi yönetiminin sempatisini kazandı. Araplar da bu savaşı müteakip uyanmış ve Batı’nın Yahudilere verdiği vaatlerin Filistin’de gerçeğe dönüşmek üzere olduğunu keşfetmişlerdi.
Bunun üzerine Arap Birliği’nin kurulmasına ilişkin tüzük hazırlandı. Filistin davasının Arapların temel ve merkezi davaları, gelecekteki en büyük endişeleri olduğunu onaylar şekilde bu davaya özel bir ek tahsis edildi.
Yahudiler yüzyıllardır Araplarla yan yana yaşadıkları ve İslam dünyası ayrımcılık uygulamadan ve haklarına saygı duyarak onları kapsadığından, bu dönemde bölgede bir İsrail devletinin doğması riskini azaltmaya dönük Arap çabaları görüldü. Suudi Arabistan hükümdarı Kral Abdulaziz bin Abdurrahman, ABD başkanı Roosevelt ile yaptığı görüşmede, İsrail devletinin kurulmasının tehlikeleriyle ilgili Arapların endişelerini açıklamaya çalıştı. Kral Faruk’un şahsında somutlaşan Mısır tahtı da aynı alanda başka girişimlerde bulundu. Ama ok yaydan çıkmış ve vizyon netleşmişti. Basel Konferansında sunulan Herzl’in planı Filistin topraklarında hayata geçirilmişti.
İngiliz kuvvetlerinin Filistin’den çekilmesinin ertesi günü Arap orduları, boşluğu doldurmak ve Filistin halkını Yahudi gruplardan ve Haganah çetelerinden korumak için Filistin’e girdiler. Ancak iş işten geçmişti. ABD ile Sovyetler Birliği, İsrail devletini tanıdılar ve bu devlet Arap bölgesinin kalbinde bir gerçeklik haline geldi. O zamandan beri, şahsen, Ortadoğu sorunu adı verilen sorunu çözmeye dönük girişimlerin, Filistin topraklarındaki şiddetli çatışmaya gerçek bir alternatif sunmayan dayanıksız girişimler olduğuna inanıyorum.
1948’de yaşanan Nekbe’den sonra Araplar peş peşe felaketler yaşadılar. 1956’da Arapların üçlü düşmanlık adını verdikleri Süveyş Krizi, ardından 1967’de Arap topraklarındaki izleri bugün hala varlığını koruyan Nekse (Büyük Gerileme) yaşandı. Bu noktada Arapların temel davasının tarihi kapsamında temel gözlemlerimi kaydetmek benim için çok önemli.
Elbette toprakları yağmalanan, evleri yıkılan, çocukları dünya kamuoyunun yıllar içinde alıştığı trajik sahnelerde öldürülen Filistin halkının davasını kastediyorum. Araplar da bir dizi siyasi yenilgiye ve askeri kayıplara alıştılar.
Buna karşılık, ABD birinci hamisi ve sponsoru haline gelene kadar, İsrail’in gücü ilk olarak İngiltere’nin ardından da Fransa’nın sınırlı bir süreliğine desteğiyle gittikçe arttı. Ne uluslararası hukuk ne de BM’nin çabaları, sonraki aşamalarda alınan BM kararlarında öngörüldüğü gibi, iki bağımsız devlet içinde Araplar ve Yahudilerin bir arada yaşaması için ortak bir yasal çerçeve geliştirmeyi başaramadı. Artık etrafımıza baktığımızda farklı özelliklere ve çok sayıda güce sahip yeni bir Ortadoğu görmek dışında bir seçeneğimiz yok. Bu noktada aşağıdaki gözlemlerimi sunmak istiyorum.
Birincisi, kabul edelim ki, son yıllarda ve bugüne kadar Araplar, Filistin davasının yüklerinin büyük bir bölümünü omuzlarına yükleyen tarihsel sorumluluğu üstlenecek seviyede olmadılar. Filistin halkının bu davanın trajedilerinin çoğuna katlandığını, ender bir yiğitlikle şehitler sunduğunu, faturasını erkek, kadın ve çocuklarının kanıyla ödediğini, kimsenin itiraz edemeyeceği fedakarlıklar yaptığını itiraf ediyoruz.
Buna rağmen, çok yönlü İsrail tehlikesi yoluna devam etti. Filistinliler arasındaki bölünme, Filistin arenasında tanık olunan benzeri görülmemiş çatışmalar açıkça kendisine bu ilerleyişte yardım etti.
Malum olduğu üzere ulusal kurtuluş hareketleri bölünme hastalığına yakalandıklarında ve iç çatışmalara girdiklerinde, ulusal rollerini ve ulusal sorumluluklarını yerine getirmekte yetersiz kalma yolunda ilk adımı atmışlar demektir.
Bu yüzden, son yıllarda nispeten kabul edilebilir bir Filistin liderliğinin – bununla Yaser Arafat liderliğini kastediyorum- yokluğunda durum değişti. Filistin halkının solgun imajı, her gün gerilla faaliyetleri alanındaki kapasitesinin bir parçasını kaybederek tükeniyor. Filistinliler cesur ama dedikleri gibi, güç cesareti yener.
Modern savaş yöntemleri ve ileri teknoloji İsraillileri daha iyi bir konuma getirdi. ABD’nin uluslararası toplumu hedef alan sızmaları, eski ABD başkanı Trump döneminde Washington’un Kudüs’ü İsrail devletinin ebedi başkenti deklare etmesi gibi net ihlallere olanak tanıdı.
Nitekim İsrailliler, beklenmedik güçlerin kendisini desteklediği bir oldu bittiye dönüşen Yahudi İbrani devletlerinden açıkça bahsetmeye başladılar. Avusturya’nın, çağdaş uluslararası toplum için benzeri görülmemiş bir provokasyonu temsil edecek şekilde, Gazze’deki son savaş sırasında Viyana’daki Başbakanlık Binası üzerine İsrail bayrağını çekmesinden duyduğum dehşeti gizleyemiyorum.
Avusturya’nın Araplar ve İsrailliler arasında görünüşte arabuluculuk görevini üstlenen Yahudi Avusturya şansölyesi Bruno Kreisky’nin vatanı olduğunu hatırlatmakta fayda var. Her gün kurban konvoylarına yenilerini katan, başkenti Kudüs olan bağımsız bir Filistin devleti umuduyla toprağına sıkı sıkı tutunduğu ve gurur duyduğu vatanı için mermilere göğüs germeye razı Filistin halkının mutlak cesaretine rağmen, bugünkü sahne Araplar ve Filistinliler için umut verici değil.
İkincisi, yakın Arap çevresi, her biri Araplar hakkında olumsuz görüşe sahip iki büyük İslam ülkesi içeriyor.
İran’ın Körfez bölgesine dönük emelleri iyi biliniyor. Ancak bu emelleri Suriye ve Lübnan ile Maşrık (Ortadoğu) bölgesine de uzandı, hatta onu aşarak Arap Yarımadası’nın güneyindeki Yemen’e ulaştı.
Türk komşusuna gelince, Araplar hakkındaki tarihi görüşü olumsuz. Almanların Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgilerinden Yahudileri sorumlu tutmaları gibi Türkiye de aynı savaştaki yenilgisinden Arapların sorumlu olduğuna inanıyor.
Türkiye, İsrail devletiyle sürekli ilişkilere sahip ve aralarında herkesin bildiği ticari ve askeri işbirliği, siyasi koordinasyon var. Buna karşılık, özellikle 1979’da Tahran’da İslam Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra İran’da durum ve İsrail ile ilişkisi belirsiz, soru işaretleri ve çelişkili görüşlerle çevrili görünüyor.
Üçüncüsü, Araplar olarak çağımızın medeniyetine katkımızın çok sınırlı olduğunu, bazı Arap ülkelerinin bir takım ferdi çabalarına rağmen tüketici bir ulus haline geldiğimizi kabul etmeliyiz. Durum pek umut verici görünmüyor. Arap eğitimi ve bilimsel araştırmalar geri kalmış, geleceğe doğru ilerleme yavaş görünüyor.
Buna karşılık İsrail, ABD tarafından siyasi ve stratejik olarak güçlü bir biçimde desteklenen askeri kapasitesi, nükleer cephaneliği ile gelişmiş Batılı yapının ayrılmaz bir parçası haline geldi. Aynı şekilde, ulusal davranış kurallarının genel çerçevesini belirleyen Arap kültürü de değişti ve dün yasak olan bugün mubah hale geldi. Ulusal utancın yokluğunda dış baskılar ve yabancı müdahaleler başlarını uzatıyorlar. Mücadeleleri, ihlalleri hatta suçlarıyla bugünün dünyasında nerede durduğumuzu bilmediğimiz bir dönüm noktasındayız.
Dördüncüsü, bölgenin tarihi, 2010 yılından itibaren baş gösteren sözde Arap Baharı’nın üzerinde uzun süre duracak. Eski ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın Ortadoğu’nun çehresini değiştiren, sabiteler etrafında dönen ulusal sürprizlerin eksik olmadığı çalkantılı bir siyasi harita ile karşı karşıya bırakacak yaratıcı kaosla ilgili açıklamaları, bu baharın habercisiydi. Ne var ki, yaratıcı kaos açıklanamaz nedenlerden ötürü, hızını artırdı ve nihayetinde bugün farklı bir dünya ve yeni bir Ortadoğu çağrısında bulunuyor. Olaylar hızlanıyor, gelişmeler birbirini izliyor, ama tüm sorunları ve çöküşünün nedenleriyle mevcut sahnede ortak bir Arap eylemi yok.
Beşincisi, Arap özeleştirisi, bizi gerçek konusunda dürüst olmaya zorluyor. Her Arap ülkesinin içe kapanması ve kendi iç meselelerine odaklanmasının, ulusal gündemlerin birleşik ulusal gündemlere üstün tutulmasının, Arap dünyasının siyasi sahnesinde net izler bıraktığının altını çizmeliyiz. Yani her ülke, tek bir ulus duygusuyla değil, tek bir ülke mantığıyla düşünmeye başladı. Benimsenen sloganlara ve tekrarlanan güzel sözlere rağmen, dış bağlantılar veya dış taahhütlerin bir sonucu olarak gün geçmiyor ki Arap ülkelerinin ulusal gündemlerinin birbirleriyle çatıştığını keşfediyoruz. Arap zihniyetinde ne yapması gerektiğini bilme, bugünlerde tanık olduğumuz acılı sahnelerin tekrarlanmaması için gelecekteki adımları dikkatle hesaplama yönünde bir radikal değişime dair umudumuz yok. Güvenlik ihlallerinin hala Filistin saflarını parçaladığını ve daha önce görmediğimiz bölünme durumunun gölgesinde gerekli bütünlük ve birliği bozduğunu itiraf etmeliyiz.
Filistin davası temel ve merkezi bir Arap davasıdır. Yıllarca onunla yaşadık ve çatışmayı çözme aşamasından çatışmayı yönetme aşamasına geçtik. Hastalıklarımızdan kurtulmanın ve daldığımız uykudan uyanmanın zamanı geldi.
Boş sloganlar veya aptalca gürültülerden uzakta, bizden yoğun bir farkındalık, tam bir şeffaflık ve uyanıklık gerektiren tehlikeli bir tarihsel dönemeçte olduğumuzun farkına varmalıyız. Geçmişten aldığımız dersle, rasyonel politikalar ve yapıcı tutumlar benimsemeli, zorluklarla yüzleşme cesareti kazanmalıyız.