Suudi Veliaht Prens’in Fransa Cumhurbaşkanı’nı ağırladığı görüşmeden bir kare (SPA)

Macron’un ciddiyeti ile Mikati’nin gücü arasında Cidde Deklarasyonu

Liman patlamasının ardından Beyrut’a yaptığı ziyaret ve burada önerdiği girişiminin bazılarının kendisini daha doğmadan ölmüş olarak nitelendirecek kadar yaşadığı gelgitlerden bu yana Macron’un yapıp ettiklerinden farklı olması beklenmektedir.

Cidde Deklarasyonu olarak adlandırılan Lübnan’a yönelik Suudi Arabistan-Fransa girişimine iki ana nedenle gerekli ve zorunlu ilgiyi göstermemek zordur.

Birincisi, Suudi Arabistan’ın görüşünün netliği ve kararlılığıdır.

İkincisi, Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman ile görüşmesinin ardından Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un politikasında gerçekleşmiş olabilecek değişikliktir.

Bu değişikliğin stratejik ve sürdürülebilir olması, sorunun sonuçlarına değil, özüne ve nedenlerine dokunan Suudi Arabistan pozisyonuna inançtan kaynaklanması umulmaktadır.

Liman patlamasının ardından Beyrut’a yaptığı ziyaret ve burada önerdiği girişiminin bazılarının kendisini daha doğmadan ölmüş olarak nitelendirecek kadar yaşadığı gelgitlerden bu yana Macron’un yapıp ettiklerinden farklı olması beklenmektedir.

Suudi Arabistan-Fransa girişimi, uluslararası ve bölgesel iklim ışığında da okunmalıdır. Dünya, üzerinden atlanması mümkün olmayan siyasi değişimler arasında büyük bir diplomatik aktivizme tanık oluyor. Uluslararası siyasi iklime damgasını vuran iki ana olay var; birincisi, tökezlemekte olsa da devam ediyor gibi görünen nükleer anlaşmayla ilgili Viyana görüşmeleridir. Görüşmeler, ABD ve Avrupa’nın bu anlaşmanın taşıdığı kusurlara rağmen hiç olmamasından daha iyi olduğunu varsayarak, anlaşmanın şartlarına uymanın gerekliliği ve önemi üzerindeki ısrarı sonucunda devam etmektedir. Öne çıkan ikinci olay, Ukrayna sınırındaki Rus askeri konuşlanmasının, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Ukrayna’ya karşı büyük bir askeri operasyon başlatması halinde Avrupa kıtasının şahit olacağı yeni çatışma tehdidi ve bundan kaynaklanabilecek yansımaların arka planında Rus-Amerikan ilişkilerinin alabileceği seyirdir. Bu bağlamda geçen hafta gerçekleştirilen sanal ABD-Rusya zirvesi gösterisinin sembolizmine atıfta bulunmak gerekiyor. Zirvede Rusya Devlet Başkanı, tüm gururu ve kibriyle görülürken, Başkan Joe Biden yönetimi olası Rus operasyonunu engellemek için diplomatik baskıyı benimseme, yaptırımlarla tehdit etmekle (uygulanması halinde ağır olacağı söylense de) yetinme konusunda ısrarlıydı.

Bölgede durum biraz farklı ve ana teması, son 10 yılda Arap dünyası sisteminin maruz kaldığı çatlağı ve parçalanmayı onarmayı amaçlayan Suudi Arabistan ve BAE aktivizmidir. Bu aktivizm bir dizi eksen etrafında dönmektedir. Bunların en belirgini, BAE tarafında İsrail ile devam eden normalleşme ivmesine paralel olarak İran ile tansiyonu düşürme ve yatıştırma arzusudur. Belirtmek gerekir ki, İran ile ilişkileri yatıştırma çabalarının, özelde İran-Körfez, genelde İran-Arap ilişkilerinin keskin çekişmeden, dostluk ve sıcaklığa evrileceği anlamına gelmiyor. Daha ziyade, iki taraf arasındaki çatışma cephelerinde durumu yatıştırmayı amaçlıyor. Bu bağlamda dikkate değer husus, bir yanda İran Cumhurbaşkanı, BAE Ulusal Güvenlik Danışmanı Tahnun bin Zayed’i kabul ederken, diğer yanda BAE’nin İsrail Cumhurbaşkanını ülkesini ziyaret etmeye davet etmesidir. Bu, BAE’nin normalleşme yolundan geri adım atmama politikasını açıkça ifade eden bir tutumdur.

Burada, genel olarak İran’a ve özel olarak nükleer emellerine karşı gerçek bir şüphecilikle karakterize edilen İsrail faktörü devreye giriyor. Ancak İsrail’in bu ihtiyatı, şu aşamada savaşı uzak bir seçenek olarak görme sınırları içinde kalıyor. İsrail’in rolü sorgulanmaya devam ediliyor, çünkü İsrail, bir yandan Suriye topraklarındaki İran hedeflerine günlük hava saldırıları düzenlemeye devam ediyor.

Diğer yandan, nükleer anlaşma konusundaki pozisyonu hakkında bilgili oldukları varsayılan kaynaklardan alınan bilgiler, İsrail’in asıl pozisyonunun bu anlaşmaya gösterdiği net şiddetli muhalefet ile pek tutarlı olmadığını söylüyor. Bu bilgi, İsrail’in gerçek ve fiili pozisyonunun, bir anlaşmaya varılmasını desteklediğini ama kabul ettiği içeriğin gerçekliğini açıklamadığını doğruluyor.

Sonuç olarak İsrail, müzakerelerin başarısız olmasındansa nükleer anlaşmaya geri dönülmesini tercih ediyor. Zira müzakerelerin başarısızlığı, ne İsrail, ne ABD ne de Avrupa tarafından istenmeyen bir askeri çatışmaya yol açabilir.

Suudi Arabistan-Fransa “Cidde Deklarasyonu”, bu uluslararası ve bölgesel iklimin ortasında yayınlandı. Ama şunu söylersek abartmış olmayız; Lübnan halkı bu girişimin, 50 yılı aşkın bir süredir tanık olduğu ve hepsinin keskinlikleri azaltmak, sadece zaman kazanmak, Lübnanlıların kalplerinde yanlış umutlar yeşertmekle sonuçlandığı birçok iç, bölgesel ve uluslararası girişim ile aynı kaderi paylaşmasından korkmaktadır. Lübnanlılar, Fransa’nın pozisyonunda görülen değişikliğin ciddiyeti konusunda temkinliler. Bunun gerçek bir kanaat ifade etmeyip, sadece Suudi Arabistan’a “uyum sağlamaktan” ibaret ya da Fransa Cumhurbaşkanının, Tahran’a karşı duyduğu hayal kırıklığından kaynaklanıyor olabileceğini düşünerek dikkatliler. Macron, İran’ı Lübnan konusundaki tutumunu yumuşatmaya, Lübnan’da uzlaşı ve anlaşmalara ulaşılması için Hizbullah’a baskı yapmaya ikna etmede ülkesinin bir rol oynayabileceğine inandığından, bu gerçekleşmeyince düş kırıklığına uğradı. Yeni Fransız pozisyonu, İran ve bölgedeki vekillerine yönelik yeni ve ciddi bir Fransız vizyonu belirleyen stratejik bir pozisyon mu? Yoksa nedenleri dıştan çok içsel olan bir taktik mi? Bu sorulara sadece önümüzdeki günler cevap verebilir.

Bu aşamada Lübnan ve Lübnanlıları ilgilendiren soru şu; Fransız Cumhurbaşkanının Suudi Arabistan-Fransa girişiminin açıklanan ilkelerine inandığı doğruysa, bu sahada nasıl ifade bulacak? Fransız Cumhurbaşkanının kendisini destekleyen bir Avrupa ve Amerikan kaldıracına güvendiği doğru mu? Yoksa bu, Lübnan dünyadaki süper güçlerin gündeminde olmadığı için Cumhurbaşkanı Macron’a bırakılmış bir hareket sahasında yapılmış diplomatik bir hamleden mi ibaret?

Burada yine Lübnan içinde veya dışında, bölgesel ve uluslararası alanda, özellikle de ABD’nin resmi veya araştırmacı çevrelerinde dolaşımda olan Lübnan’a yönelik iki farklı yaklaşım öne çıkıyor.

İlk yaklaşım, Lübnan’a yardım edilmesi, demokratik prosedürlere bağlılık ve yasama seçimleri gibi anayasal yükümlülüklere saygı gösterilmesi için baskı yaparak ona egemenliğini, bağımsızlığını ve karar alma özgürlüğünü bir miktar da olsa iade etmek gerektiğini söylüyor. Bu yaklaşım, yetmişli yıllarda Lübnan iç savaşının başlamasından bu yana mevcut durumun devam etmesine katkıda bulundu. Bugün Hizbullah’ın hegemonyası gölgesinde, İran ekseninin ülkenin yazgısını kontrol etmesini sağlama çıkarına hizmet ediyor. Pragmatik ve sert ikinci yaklaşım, Lübnan’ın tamamen çöküşe terk edilmesi gerektiğini söylüyor. Bu, Hizbullah’ı zayıflatabilir ve boynundaki İran zincirini kırabilir. Böylece, krizin kökenlerini ve nedenlerini ele alacak, Lübnan’ı devlet inşasına sevk edecek ciddi bir kurtarma operasyonuna olanak tanınabilir.

Suudi Arabistan tarafında, Fransa Cumhurbaşkanının Lübnan konusunda verdiği sözlere rağmen, Lübnan’daki yönetimin en temel görevlerini yerine getirmekten geri çekilmesi ve Hizbullah’ın bakanlar kurulunu engellemeye devam etmesiyle birlikte Suudi Arabistan’ın taahhütlerini sürdürme arzusu etrafında birçok soru işareti dönüyor. Özellikle de Prens Muhammed bin Selman’ın Körfez turunun tüm duraklarında, Suudi Arabistan’ın Lübnan’daki duruma ilişkin tutumunu yinelediği göz önüne alındığında. Bölgesel ve uluslararası bir tarafın müzakere edebileceği ve taahhütlerine uyacağına güvenebileceği bir Lübnan otoritesinin olmaması esas sorunu teşkil etmeye devam ediyor. Bir gerçek dışında Lübnan’ın geleceği hala belirsiz görünüyor. O gerçek ise, Lübnanlı politikacıların ve sıradan vatandaşların çoğunluğunun gerçekliğin dışında ya da söylendiği gibi  “La La Land”de yaşadıklarıdır. Her zamanki gibi, yardımın yurt dışından ve bedava geleceğine inandıklarıdır.

*Sam Mensa