Kuveyt’in Lübnan girişimi tam bir zaman kaybıdır

Suudi Arabistan veya Birleşik Arap Emirlikleri’nde hiç kimse Lübnan hakkında evhamlı düşüncelere kapılmıyor.

Kimsenin, Lübnan’ın işgal edilmiş bir ülke olduğundan emin olmak için Lübnan’ın Kuveyt girişimine verdiği yanıtı incelemeye ihtiyacı yok.

Elbette Kuveyt Dışişleri Bakanı Şeyh Ahmed Nasır El-Muhammed’in Lübnan için önerileri Kuveyt-Körfez ülkelerinin pozisyonunu yansıtması hasebiyle önemliydi. Bu girişimle Körfez ülkelerinin endişeleri bir kez daha ifade edilmiş oldu.

Makalenin başında Suudi Arabistan ve BAE’yi anmamın nedeni, bu ülkelerin Kuveyt’in yanı sıra Hizbullah’ın siyasi ve güvenlik suçlarıyla doğrudan muhatap olmalarından kaynaklanıyor. İşin doğrusu Kuveyt’in girişimi de daha önceki girişimler gibi beyhude bir sonuç doğuracaktır.

Tabi ki bu sonuçsuzluğun nedeni, girişimde bulunanların kötü niyetli olması ya da yetersizlikleri sebebiyle değildir. Aksine girişimin muhataplarının iktidara sahip olmamaları nedeniyle, bu tür inisiyatifler zaman kaybı ve boşa saban sürmek anlamını taşır.

Körfez’in Lübnan ziyaretçisinin adından başlayalım. Kuveyt Dışişleri Bakanı Şeyh Ahmed, Nasır el-Muhammed el-Ahmed es-Sabah’ın oğludur. Şeyh Nasır el-Muhammed 1991-2006 yıllarında Kuveyt Emirliği Divan Başkanlığı ve 2006-2011 yıllarında başbakanlık görevlerinde bulundu.

Yani Lübnan’daki ‘sivil barış dönemi’ boyunca Kuveyt-Lübnan ilişkilerindeki etkin şahsiyetlerden biriydi. Şimdilerde seksen küsur yaşında olan Şeyh Nasır, Körfez’in Lübnan’a duyduğu sempatinin ve nostaljik özlemlerin adeta bir temsilcisidir.

İşte bu sempati kendisini, Dışişleri Bakanı olan oğlunun mektubunda bir kez daha gösterdi. Kuveyt’in Lübnan’a olan sempatisi ve yumuşak tutumu öteden beri bilinmektedir.

Bu yumuşak tutum, Hizbullah milis liderlerinden biri olan Mustafa Bedreddin tarafından Kuveyt Emiri’ne yönelik bombalı saldırı düzenlenmesine rağmen sürdürülmüştü.

Gerilen Lübnan-Körfez ilişkilerinin Kuveyt üzerinden düzeltilmesi girişimi, geçen kasım ayında Glasgow’da düzenlenen İklim Zirvesi’nin oturum aralarında başladı. Lübnan Başbakanı Necib Mikati, Kuveytli mevkidaşı Şeyh Sabah Halid el-Hamed es-Sabah’tan Körfez-Lübnan krizinin sonlandırılması için girişimde bulunmasını talep etti.

Sabık Bakan George Kordahi’nin Yemen ile ilgili sorumsuz açıklamaları bu krizin gün yüzüne çıkmasına neden olmuştu.

Mikati, Şeyh Sabah’ı Kuveyt’i aracı olmaya ikna etti. Bunun sonucunda Kuveyt ilişkileri düzeltme girişiminde bulundu. Çok geçmeden beklenen oldu ve Lübnan’ın yanıtı şunu gösterdi:

Lübnan işgal edilmiş bir ülkedir ve siyasi güçlerin hiçbiri, devlet kavramını, uluslararası ilişkilerin doğasını ve uluslararası hukukun temel yükümlülüklerini hatırlatan böylesi bir girişimin tek bir harfini uygulama imkanına sahip değildir.

Kuveyt’in Lübnan krizine müdahil olma zamanlamasının, Saad Hariri’nin siyaset sahnesinden çekildiği bir sürece denk gelmesi belki de şaşırtıcı bir paradokstur.

Her ne kadar Hariri siyasetten çekilmesini haklı çıkaran gerçek nedenler hakkında politik bir konuşma yapmamış olsa da bu böyledir.

Hariri’nin istifasından çıkarılacak derslerden biri de siyaset mekanizması aracılığıyla içeriden reform gerçekleştirme çabasının neredeyse imkansız olduğudur.

Seçim sonuçları ne olursa olsun, insan ne kadar uzlaşmak istese de değişim mümkün görünmemektedir.

Hariri değişim imkanına dair ye’se kapıldığını duyurmuşken, insan sormadan edemiyor; Kuveyt gibi bir ülke değişime dair nasıl ümitsizliğe kapılmıyor. Oysa Hariri’yi ye’se sürükleyen güçler aynı güçlerdir ve Lübnan siyaset sahnesinde her türlü yıpratma, aldatma ve kirli oyunları sergilemektedirler.

Lübnan’ın Kuveyt’in girişimine verdiği yanıta dair sızdırılanlar, ‘Lübnan’ın sivil barışı ve ulusal istikrarı garanti edecek şekilde tüm uluslararası meşruiyet kararlarına saygı gösterdiği’ yönündedir.

Bu yanıtta Birleşmiş Milletlerin bazı konulardaki kararlarına atıfta bulunulmamıştır, ayrıca bu istikrarın hangi adımlarla nasıl sağlanacağı da belirsizdir. İşin aslı şu ki; kimse Lübnan’ın saygı duymasıyla ilgilenmiyor, Lübnan’dan beklenen saygı duyması değil bu kararlara uyması ve uygulamasıdır.

Uluslararası meşruiyet kararları ile sivil barış ve istikrar arasında bağ kurulması ise Lübnan’ın rehin alındığını gösteriyor. Bu yanıtı verenler adeta rehin alındıklarını ikrar ediyorlar ve uluslararası toplumdan, rehin alanların duygularını incitmeden bu rehine olayına çözüm bulmasını istiyorlar. Böylesi bir yanıt ancak Lübnan’a olan son sempatinin tüketilmesi sonucunu doğurur.

Tabi ki okuyucuların aklına şu soru gelecektir; Körfez ülkeleri Suriye ve İran’la diyalog kurup, Irak açılımları yaparken Lübnan’a karşı nasıl sert davranabilir. Bu sorunun yanıtı oldukça basittir:

Suriye’de farklı dengeler söz konusudur, bölünmüş bir ülke ve farklı güç odakları bulunmaktadır. Lübnan ise Hizbullah milislerinin egemenliğindedir. Üstelik Suriye’de hala bir devlet kalıntısı bulunmaktadır, bu devlet ince bir iple de olsa hukuka bağlıdır (meşrudur demiyorum) dolayısıyla devletler arası bir görüşme imkanı hala bulunmaktadır.

İran’la da durum böyledir diyalog devletler arası kurulabilir. Irak’ta ise İran’ın etkisine karşı bir mücadele verilmektedir.

Bu mücadele kendini Kürt güçlerinde, sivil toplum kuruluşlarında ve Sadr hareketinde göstermektedir. Sembolik temsilcisi ise Başbakan Mustafa el-Kazimi’dir.

Lübnan’da tüm bu gerekçelerin hiçbiri bulunmuyor. Lübnan devleti bir devlet olarak kendisinden beklenen asgari yükümlülükleri yerine getirmekten acizdir.

Lübnan işgal edilmiş bir ülkedir ne eksik ne de fazla. İşgalci güç ise, uluslararası hukuk standartlarının hiçbirinin uygulanamayacağı bir milis gücüdür. Hükümete gelince, Nazi işgali altındaki Vichy hükümeti ne kadar bağımsızsa, Lübnan hükümeti de o kadar bağımsız olabilir.

Lübnan işgal edilmiş bir ülkedir ve işgale verilen yanıt, işgalciyle anlaşmalar imzalamak değil, işgal edileni kurtarmak olmalıdır.

*Nedim Kuteyş- Lübnanlı gazeteci